Kitap okumak da buna dahil. Yaşantınızda kullanmıyor, okuduklarınıza yer açmıyorsanız onların ne anlamı var? Vakit geçirmek için kitap okumak, yatarken uyku getirsin diye kitap okumak biraz da kitaba saygısızlık gibi geliyor bana. Her şey gibi, kitap okumak da matematik de hayatınıza bir şeyler katıyorsa önemlidir.
Analitik düşünce tıpta sorunlarımı kolayca çözmemi sağladı. Bilimsel kariyer yaptığımdan, bilimsel düşünce kapasitemi de artırdı. Bu sayede hep düşündüm ve ürettim. Analitik düşünce asistanlarımı, uzmanlarımı eğitmemde bana çok yardımcı oldu. Yalnızca kariyer anlamında değil, insan ilişkilerinde bile matematikten çok yararlandım ve çok faydasını gördüm.
İşin ayrı bir yönü de matematiğin uygulamalı bir dalı olan istatistiği kullanabilmektir. İstatistiksel bakışı doğru uygulamanın yolu da matematiği doğru bir şekilde içselleştirmekten geçer.
Halk arasında tıbbi konulara şüpheli bakış yaygındır. Bilimsel istatistik sonucu edinilmiş doğru bir veri sunarsınız, karşınızdaki, “ama benim bir tanıdığım var” örneğiyle sizi haksız duruma düşürmeye çalışır. İstatistikler toplumda yanlış bilgiye meylin daha fazla olduğunu göstermiştir. Bu sadece toplumda değil, bazen meslektaşlarımızda da görülür. Örneğin, “Akraba evliliği anomali doğum riskini artırır” dersiniz, karşınızdaki, akraba evliliği yapan komşusunun çocuklarının turp gibi olduğunu söyler. Sizin riski artırdığından bahsettiğinizi dinlemeyip, kesin sonuç verdiğinizi düşünür. Komşusunun çocuğunun ‘şu an için’ sorunsuz olduğunu ama ilerde bir sorun çıkıp çıkmayacağı ihtimalini bilemediğimizi aklına getirmez.
Bilimsel çalışmalarda sıklıkla istatistik kullanırız. Bunların sonuçlarını verirken metodolojisinde yanılma payını bildiririz. Yanılma payı küçüktür fakat her şeyi mükemmel yapan bir bilim insanının dürüstlüğünü yansıtır. Açık kapı bırakmaz. Koca bir çalışmanın doğru sonuçlarının kapsadığı geniş aralık yanında, yanılma payları neredeyse ihmal edilebilir düzeydedir. Ancak matematiği özümsemeyen biri, araştırmayı eleştirirken bu yanılma aralığına sığınır, adeta oradan ateş eder gibidir. Oysa matematik insana karşılaştırmayı da özümsetir. Miktarlar arası karşılaştırma, düşüncede sizi doğruya götürür.
Beni tıpta var eden matematik, hayattaki her işinizde size de yardımcı olur. Ama bir sıkıntı vardır: Matematik yorar. Çok zeki de olsanız yorar… Bu tarz düşünmeyi kuvvetle özümseyenler, daha çok antrenmanlı olanlar daha az yorulacaktır ama yine de beyin her zaman kaldıramayabilir. Sık sık hataya düşebilir insan.
İşinizde çok kullanıp yorarsanız beyninizi, evliliğinizde kullanamazsınız, çocuklarınızla ilişkinizde kullanamazsınız, ekonominizde kullanamazsınız. Bunun tam tersi de doğrudur. Yani evinizde, ekonominizde çok kullanırsanız işinizde kullanamaz, yanlışa düşersiniz.
Etraftaki örneklere bakınca şaşırabiliyoruz. İşinde çok başarılı, zeki ve çalışkan bir bireyin çocuklarıyla olan ilişkisi ve evliliği başarısız olabiliyor. Bu duruma baktığımda bu kişilerin beyinlerini tek odağa harcayıp aşırı yorduklarını ve diğer alanlarda hatalı kararlar aldıklarını düşünüyorum.
Hayat uzun, gün 24 saattir. Beyinden tasarruf da işin ayrı bir püf noktasıdır. Yaşam çok farklı alanlarda mücadeleyi içerir. Bir gün “yaşamından çıkardığın sonuç ne?” diye sorsalar cevabım “ahenk, denge” olacaktır. Her alanda belli seviyede başarı şarttır. İşinizde beyninizi çok iyi kullanır başarılı olabilirsiniz, fakat analitik düşünce kapasitenizi aşırı yorar, eşinizle, çocuklarınızla sağlam ilişkiler geliştiremezseniz ilerde bu durum başarı kazandığınız işinize de yansıyacaktır. Yani hayatın her alanına yetmelidir beyin. Neticede beyin yorulacağı için bu alanlar arasında dengeyi sağlayabilmek için tasarruf önemlidir.
Analitik düşünceye sahip olmak bir ayrıcalıktır. Onu kullanmak size fark attırır. Hayatınızın her alanını önemser, bu düşünme kabiliyetinizi sadece bir alana yetecek kadar yoğunlaştırmazsanız yaşamınızda belki biraz daha yavaş ilerlersiniz, ama yorulmadan hep ilerlersiniz.
Gerçekten Kaçmak
Önüme bir gerçek çıktı: Başarılı insanlar hiçbir zaman derece yapmak veya olağanüstü kazanımlar edinmek için çalışmıyorlardı.
Çoğu zaman önümüzde biriken işleri görmezden geliriz. Evdeki bozuk, damlayan musluğu tamir etmeyi işim var bahanesiyle aylarca ihmal ederiz. Yok sayarız, bize kendini hatırlatmasın diye o tarafa bile bakmayız. Ama musluk arızalıdır, bu durum gerçektir ve görmesek de beynimizin bir tarafında kendini bize hissettirir.
Aslında bir gerçek daha vardır; insanoğlu az ya da çok, tembelliğe meyillidir.
Musluk tamiri bir eylemdir. Eriniriz kalkıp tamir etmeye veya tamirci çağırıp tamir ettirmeye. Ama bir de güç bulup başlarsak işe, sonunda beynimizi kemiren bir eksiklik düzeltilmiş olur. Böylece hem bizi meşgul eden bir olay sonuçlanır hem de bu meseleyi halletmenin verdiği hazzı tadarız.
Yıllar önce tıp eğitimime başladığımda çok iyi bir doktor olmak istiyordum. Bu arzum o kadar yoğundu ki, derslerimi tam anlamak ve daha çok öğrenmek için, acelem varmış gibi kendimi zorluyordum. İlk iki yıl kendimi çok fazla yıprattığımdan ikinci sınıfın ortalarında iflas ettim. Artık neredeyse hiç çalışamıyordum. Nereden başlayacağımı, nasıl yapacağımı bilemiyordum. Notlarım hızla düşüyordu. O şekilde devam etseydim sınıfta kalabilirdim. Fakat önceki bilgilerim ve derslerde dinlediklerimden oluşan altyapım sayesinde durumu idare edebildim ve hiç hoşuma gitmeyen notlarla da olsa sınıfı geçtim.
Ortada bir hakikat vardı: Tıp ikinci sınıf öğrencisine verilmesi gereken program. Bu program yıllarca denenmişti, dahası en köklü ve en güçlü eğitim kurumlarından İstanbul Tıp Fakültesi gibi bir fakültede uygulanıyordu. Bunu tamamlayan kişiler tıp yolunda bir sınıf daha atlayacaktı. İkinci bir gerçek de sınıfı geçmek için gerekli olan 60 notuydu. Yani bu programı bitirip 60 ve üstü alan öğrenciler tıp fakültesinin ikinci sınıfını başarı ile bitirmiş olacaktı.
Peki, bu sırada ben ne yapıyordum? Önümde yığılı programı hazmetmek yerine gerçekleri görmezden gelip daha iyi olmak için neler yapabileceğimi düşünüyordum. Düşündükçe yoruluyor, yoruldukça dağılıyor, bırakın daha farklı şeyler öğrenmeyi, mevcut programı dahi anlayamaz hale geliyordum. Günlük çalışmam gereken konuları daha iyisini yapmak uğruna erteliyordum. Aslında gerçek önümde duruyordu ve ben ondan kaçıp etrafından dolaşmaya çalışıyordum.
Geçme notu 60’tı. Gerçek buydu, 90-100 almam güzel olurdu, ama yoluma başarılı bir şekilde devam edebilmek için 60 yeterliydi. Bu hakikati atlamak, 90 alayım derken beni 60’tan da edebilecekti. Benim gibi idealleri ve hırsı olan biri için travmatik bir yıl olmuştu. Senelerdir unutamadığım, hâlâ zaman zaman geceleri kâbuslarıma giren bir yıl.
O dönemin yaz tatilinde iyi dinlendim, hep düşündüm. Neyi yanlış yapıyordum? Kafamda yeni çalışma modelleri oluşuyordu. Bu arada çok başarılı olan arkadaşlarımla konuşuyor, biyografi kitaplarından başarı hikâyeleri okuyordum.
Önüme bir gerçek çıktı: Başarılı insanlar hiçbir zaman derece yapmak veya olağanüstü kazanımlar edinmek için çalışmıyorlardı. Okul birincisi tanıdıklarım, asla okul birincisi olmak için gayret etmediklerini ifade ediyorlardı.
Peki, neydi ortak özellikleri?
Görev bilinciydi. Bu kişilerin görev bilinci çok yüksekti. Yani önlerindeki iş ne olursa olsun, o işi ertelemeden en iyi şekilde yapıyorlardı. Bunu ilk hissettiğimde anlamakta biraz zorlandım. Bir dönem sonraki okul birincisi