Büşra Tuğba Koç

DÜŞ KAPANI


Скачать книгу

Şükrederek çaba harcamak en gizli hazinesiydi…Büşra Tuğba Koç

      BÜŞRA TUĞBA KOÇ

      1990 yılında Almanya’da doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimini Almanya’da tamamladı. 2009 yılında Belçika İslami İlimler Enstitüsünden mezun olup, bir yıl da Türkiye’de İhtisas eğitimi aldı. Bu süre zarfında edebiyata olan ilgisi oldukça derindi. Yazdığı denemelik şiir ve kısa romanları ile arkadaşlarından büyük ilgi ve destek gördü. Kendi yazdığı şiirleri ile üç sene peş peşe geleneksel şiir yarışmasına katıldı, üçünde de dereceyi kazandı. Hem yazıp, hem başrolünde oynadığı skeçler ve tiyatrolar da çevresi tarafından ses getirince, yazarlık onun için vazgeçilmez bir hayale dönüştü. En az yazarlık kadar çizerliğe olan merakını da merakta bırakmamış, dijital çizime yönelik çalışmalar ile kendisini geliştirmiş ve geliştirmeye devam etmektedir. 2010 yılından beri eğitmen olmakla beraber, eğitim üzerine proje danışmanı olarak görev almaktadır. Yanı sıra çocuk dergisi yayın kurulunda yer aldığı gibi, hem yazar ve hem çizer olarak dergiye katkı sağlamaktadır. Başka bir dergide ise köşe yazarlığına başlamış ve devam etmektedir. Evli ve iki çocuk annesidir.

      Bu roman, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazılmıştır.

      Düş Kapanı

      Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilecekse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini, ne zaman duracağını bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerinden ve yerinden fırlayacak kadar hızla atan kalbinden başka bir şey hissetmedi. Sendeledi ama düşmedi. Pes edecek gibi oldu. İşte o zaman içinden bir ses yükseldi:

      “Durma, kaç!”

      Durmadı.

      Bu kadar dar bir dünyaya hapsolamazdı yaşayacakları. Hayatını onlara teslim etmek için daha çok küçüktü. Hayır, kabul edemezdi. Kaçacaktı. Kaçıp kurtulacaktı.

      Gözünün önünü bir duman kapladı. Belli belirsiz bir hırıltıya dönen nefesi iyice zayıfladı. Gözlerinin feri söndü. Bacaklarının dermanı kesildi. Kaskatı olan küçük bedenine bu kadarı yetti. Son gücü de tükendi. Kendini daha fazla taşıyamadı. Yere yığıldı.

      Başının kaldırıma vurmasıyla birlikte, kendini şiddetle çakan bir şimşeğin ortasında buldu. Sonra da zihni gitgide küçülen bu ışığın peşinde sürüklenerek karanlığın derinliklerine gömüldü. Yaşadıkları bir bir gözünün önünden aktı. Aynı anların içinden aynı duygularla yeniden geçti.

      Ne kadar olduğunu kestiremediği bir müddet yerde kaldı. O an zaman da, düşünceleri de, hisleri de donmuştu. Teninde beliren ürpertiyle yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Oysa yolun sonu olarak gördüğü, zorla itildiği o hayatı yaşamaktansa her şeyin donduğu o anda sonsuza kadar kalmayı yeğlerdi.

      “Ne olmuş bu çocuğa?”

      “Ambulans çağırın.”

      Yarı baygın halde işitiyordu sesleri. Kim olduğunu bilmediği bu insanlar imdadına yetişmişti. Yeniden bir umut doldu yüreğine:

      “Bn… le… hn…”

      “Durun, kendine geliyor.”

      “Çocuğum, ne oldu sana? Aç gözlerini.”

      Gökyüzünü tüm kızgınlığıyla kaplayan güneş, açmaya çalıştığı gözünü acımasızca yakıyordu. Göz kapakları iyice ağırlaştı:

      “E… nk… se…”

      “Sanki bir şey anlatmak istiyor bize.”

      “Kızım toparla kendini.”

      Küçük kızın etrafına toplanan kalabalıktan iki kişi onu kollarından tutup doğrulttu. Hafifçe araladı gözlerini. Biri su şişesi uzattı. Şişenin ucunu kurumuş dudaklarına değdirdi ve dermansızca bir yudum aldı.

      “Söyle şimdi bakalım, nedir bu halin?”

      “Beni…”

      Herkes suspus olup söyleyeceklerine dikkat kesildi. Küçük kız titreyen dudaklarını ağlamamak için sıktı ve cesaretini topladı.

      “Beni ev…”

      “Zeyneeeeep!”

      Yerde duran kızın ismini telaffuz eden bu kalın ses, bütün dikkatleri üzerine çekti. Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı, sakallı bir adamdı sesin sahibi. Bakışları birer alev topuydu. Alnının ortasında ve göz çevresinde yer edinen derin çizgiler bu bakışların anlık olmadığının kanıtıydı.

      Bir anda kızın başında biten bu adam, onun özbeöz amcasıydı. Zeynep onu görünce, kendini korumak isteyerek başını kollarının arasına gömdü. Şimdi küçük bir çocuk gibi gözlerini kapatırsa ondan saklanabileceğine inanıyordu.

      “Her yerde seni aradık. Kayboldun diye çok korktuk.”

      Sesi yumuşamıştı adamın. Zeynep bu sahte şefkate inanmadı.

      “Ambulans çağırmıştık beyefendi,” dedi bir kadın.

      “Gerek yoktu bacım. Biz de zaten hastaneden geliyoruz. İğneden çok korkuyor, kaçmış. Çocuk işte.”

      “Pardon, siz nesi oluyorsunuz?”

      Adam sert bakışlarını kadının üzerine dikerek ona doğru birkaç adım attı:

      “Amcası oluyorum. Peki, siz nesi oluyorsunuz?”

      Kadın konuşamadı. İnsanların kafasında adamın iyi niyetine karşı şüpheler vardı. Birbirlerine bu güvensizliklerini açık eden kaçamak bakışlar attılar ve birinin bu adama karşı durmasını beklediler ama herkes sustu.

      Kalabalık, adamın umurunda değildi. O Zeynep’i bulmuş ve amacına ulaşmıştı. Küçük kızı kolundan tutup kaldırdı:

      “Yürü, gidiyoruz.”

      Zeynep çaresiz, düştüğü yerden kalktı. Neredeyse insanlara duyuracaktı başına geleni. Sadece iki kelimeydi söyleyeceği. Söyleyecek ve kurtulacaktı. “Beni evlendirecekler,” diye haykıracaktı. Haykırabilseydi, belki de bu kâbus burada bitecekti. Başını arkasına çevirdi. Korku dolu gözlerini insanlara dikti. Diliyle söyleyemediklerini bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Fakat olmadı. İnsanlar gidişini seyrettiler. Sert bir el, Zeynep’i tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti.

      Yıllar Önce

      Zeynep ve ailesinin çok sakin bir yerde oturdukları söylenemezdi. Almanya’nın en kalabalık şehirlerinden biriydi Hamburg. Oturdukları sokak da kalabalık ve gürültülüydü. Özellikle cuma ve cumartesi geceleri evlerinin karşısındaki eğlence mekânına alkollü gençler girip çıkardı. Sokakta sabaha kadar onların kahkahaları yankılanırdı. Bazen kavga eder, nara atarlardı. Bazı gecelerin sessizliği de polis sirenleriyle bölünürdü.

      Annesi Zeynep’i yatağına yatırıp çıktı ama o bu ânı sevmiyordu. Gece odada yalnız kalmaya tahammülü yoktu. Evleri anayolun hemen bitişindeydi. Caddeden arabalar dur durak bilmeden geçtikçe ışıklar odasına sızıyor, duvarda gölgeler büyüyor, büyüyor, sonra yeniden küçülüyordu. Zeynep her gece uyuyana kadar karanlığın defalarca delinişini izliyordu.

      Büzülüp yorganın içine iyice sokuldu. Babasından çekinmese biraz daha ayakta kalabilirdi. Babası kötü biri değildi. Fakat annesiyle sürekli tartışıyorlardı. Yatmak istemeyip yeni bir tartışmaya sebebiyet vermenin korkusuyla ses etmedi. Odanın kapısını açmaya karar verdi. Koridorun ışığıyla belki biraz daha rahat uyurdu. Kalkıp kapıyı araladı. Tam yatağına dönecekti ki annesinin sesini duydu.

      “Sen ne biçim bir insansın?”

      Yine mi tartışıyorlar diye geçirdi içinden. Kapıya yanaşıp konuşulanlara kulak verdi.

      “Sen adam mısın be!”

      “Özür diledik işte, uzatma.”

      “Ağabeyinin seni köşeye çekip beni dövmeni istediğini duymadığımı mı sandın? Yok, madem dövdün, neden özür diliyorsun ki? Vur kır, nasıl olsa affederim değil mi. Ama yok, bu kaçıncı. Artık canıma yetti.”

      “Ülfet,