Büşra Tuğba Koç

DÜŞ KAPANI


Скачать книгу

söylene eve girip kapıyı kapattılar. Yavrularının buz kesilmiş vücutlarını bir an önce ısıtmak için ıslak giysilerini değiştirip sıcacık yataklarına yerleştirdiler.

      Doğum Günü

      Bir gece vaktiydi. Ülfet çocukları yatırmış, Ekrem’i işe uğurlamıştı. Kendine bir bardak kahve aldı. Kocası gece işe gittiğinde yalnız kalmayı pek sevmezdi. Yine uyku tutmamıştı. Koltuğa oturdu. Kahvesinden bir yudum alıp magazin dergilerinden birini önüne çekti. Henüz birkaç sayfaya göz gezdirmişti ki gecenin sessizliği bozuldu. Telefon, üzerinde durduğu komodini de titreterek çalıyordu. Bu antika, çevirmeli telefon ne zaman çalsa sesinin şiddetinden her parçası başka tarafa dağılacakmış hissi veriyordu. Saate baktı. Şaşkındı. “Gece gece kim arar,” diye geçirdi içinden. Telefonun ahizesini yavaşça kulağına dayadı:

      “Alo, alo…”

      Yanıt gelmedi. Ahizeyi aldırış etmeden yerine koydu. Yanlışlıkla arandığını düşündü. Tam yerine dönecekti ki, telefon yeniden çaldı. Bu kez kaşlarını çatan Ülfet, endişeyle telefona sarıldı:

      “Alo… Buyurun, kimi aramıştınız?”

      “Sesimi tanıyamadın mı gelin hanım?”

      Ses yabancı değildi. Şaşkınlığını atar atmaz arayanın büyük kayını olduğunu anladı. İçine ani bir sıkıntı çöktü:

      “Necdet ağabey…”

      “Necdet ağabey ya,” dedi sese alaylı bir tonda. “Orada burada hakkımızda ileri geri konuşuyormuşsun. Kulağımıza gelmeyeceğini mi sandın?”

      Ülfet sinirlendi:

      “Bu yaptığın ne şimdi Necdet ağabey? Kardeşinin işe gittiğini bildiğin halde beni gecenin bu saatinde arıyorsun. Yakışıyor mu sana?”

      “Bu sana ufak bir uyarı olsun. Ayağını denk almazsan, yazık olur sana bilesin.”

      “Ne yapacaksın acaba? Yine beni Ekrem’e mi dövdürteceksin?”

      “Daha beterini yapacağım. Sana ait ne varsa elinden alacağım. Ekrem’in dayaklarını mumla arayacaksın.”

      Telefon suratına kapanınca sinirine hâkim olamayan Ülfet ahizeyi çarparak yerine koydu:

      “Elinden geleni ardına koyma.”

* * *

      Aradan iki hafta geçti. Zeynep artık beş yaşındaydı. Doğum günü için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Misafirler davet edilmiş, ikramlar hazırlanmıştı. Salondaki büyük masanın üzerine Zeynep için pembeli bir örtü serilmişti.

      Ülfet keyifliydi. Omuz hizasındaki simsiyah, dalgalı saçlarını düzeltti önce. Sonra siyahla çerçeveleyip iyice irileştirdiği ela gözlerini, rujla dolgunlaştırdığı dudaklarını kontrol etti. Beyaz tenine yayılan güzelliğinin farkındaydı. Bunun başkaları tarafından fark edilmesinden de hoşlanıyordu. Takıp takıştırmayı, süslenmeyi, gezmeyi seviyordu. Ufak şeylerle mutlu olan, kahkahalarıyla bulunduğu her ortamı şenlendiren hayat dolu bir kadındı. Ancak bu iyimserliğinin feri günden güne sönüyordu. Ekrem’in ailesine karşı pasif tavrı, mutlu olmayı denediği her âna kara bulut gibi düşen gölgeleri artık Ülfet’in yaşam sevincini tüketiyordu. Ne kendisi huzur bulabiliyor ne de çocuklarına ve kocasına huzur verebiliyordu.

      Tüm hazırlığı boyunca Zeynep annesini hayranlıkla izlemişti. Onu mutlu görmek, bugün için ona en büyük hediyeydi. “Arkadaşlarım da gelecek mi?” dedi sessizliği bozmak için.

      Ülfet hazırlık telaşına öyle dalmıştı ki, kızının sorusunu cevapsız bıraktı. Dolaptan siyah, simli bir kıyafet çekip aldı. Aynanın karşısında üzerine tutup kendini uzun uzun izledi. “Bu nasıl?” diye sordu kızına dönmeden. Zaten cevabını da merak etmiyordu.

      “Çok güzel anne. Bence kırmızı da çok yakışır sana.”

      “O abartılı kalır. Bu sade ve güzel.”

      Göz kırptı kızına:

      “Senin için süsleniyorum kızım, kıymetimi bil.”

      Zeynep kıymetini biliyordu. Huzursuzluğun hâkim olduğu evlerinde mutlu anların kıymetini bilmeyi öğrenerek büyümüştü. O gün ailesi de o da mutluydu. Gerçekten de annesi kendisi için çok hazırlık yapmıştı. Hediyelerini, pastasını ve en çok da kimlerin geleceğini merak ediyordu.

      Bir saat sonra misafirler teker teker gelmeye başladılar. Zeynep fırfırlı elbisesi ile ortalıkta dolaşıyor, “Nasıl olmuşum,” diyor, ilgi çekmeye çalışıyordu fakat çoğu kişi onu görmüyordu. Sanki onun için değil de, sırf eğlenmek için gelmişlerdi.

      Misafirlerden biri, süslü Suzan Hanım’dı. Ona bu ismi Zeynep takmıştı. Kabarık sarı saçları, her yanından sarkan takıları, yaydığı buram buram kokusu önce Zeynep’in, sonra da evdekilerin onu öyle anmasına sebep olmuştu. Süslü olduğu kadar tahammülsüzdü de. Keyfini kaçıran ne varsa hemen ortadan kaldırmak isterdi. O günkü hedefi de yerde oynayan Zeynep ve kardeşleriydi. Elini çocuklara doğru sallarken yüzünü ekşiterek, “Haydi odanıza,” dediğini duydu Zeynep. Şaşırmıştı. Suzan hararetli sohbetine dönerken, Zeynep’in kulaklarında bileziklerinin şangırtısı kaldı. Üzüntüyle odasına kapandığını kimse fark etmedi.

      Pastayı kesme zamanı gelmişti. Ekrem, “Nerede bu günün prensesi,” diye gözleriyle kızını aradı. Kızının yokluğunu yeni fark etmişti. Babasının sesini duyan Zeynep odasından koşarak çıktı. Babasının onu görünce açtığı kucağına attı kendini. Uzun boylu, kır saçlı bu adam Zeynep için dünyanın en yakışıklı adamıydı. Babasına hayranlıkla baktı. Ekrem, kızının omuzlarına lüle lüle yayılan saçlarını düzeltip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Bıyıkları yine Zeynep’in beyaz tenine batmış, küçük pembe lekelere sebep olmuştu ama bu defa Zeynep mızmızlanmadı, güldü.

      Mumları üfledi, yeni yaşı için güzel temennileri sabırla dinledi. Bir öpücükle eline tutuşturulan hediye paketini açma zamanıydı nihayet. Gözleri parıldayan Zeynep, paketin içinde ne zamandır arzu ettiği ayıcıklı kırmızı çantanın olduğunu henüz bilmiyordu. O kadar mutlu ve heyecanlıydı ki, paketi nazikçe yırtarken, çalan kapının sesini bile duymadı.

      Kapı uzun uzun çalmıştı. Ülfet, kocasıyla göz göze geldi. Bu ısrarlı çalışın kime ait olduğunun merakındaydı ikisi de. Bekledikleri kimse yoktu. Bakışlarını Ekrem’den koparan Ülfet kalabalık salondan, nispeten daha sessiz girişe doğru yöneldi. Ancak o zaman içerideki gürültünün ve kafasında oluşturduğu uğultunun farkına vardı.

      Kapının deliğinden görümcesini görür görmez yüzü düştü. Huzurlu bir rüyadan uyanmış gibiydi. Yanlış gördüğünü umarak tekrar baktı. Hayır, yanılmamıştı. Oydu.

      “Bunun ne işi var burada,” diye mırıldandı dişlerini sıkarak. Belli ki partiyi duymuş ve huzur kaçırmaya gelmişti. Kaçışı yoktu. Derince bir nefes alıp gülümsemeye gayret ederek kapıyı açtı.

      Kenarı çiçek desenli yeşil yazmasına bürünen sarışın kadın, soluk teni ve çipil çipil bakan gözleriyle Ülfet’e zehirli bir yılan gibi göründü. Kadın elini beline koymuş, kaşlarını çatmış, olası bir tatsızlığa peşinen hazırlamıştı.

      “Yok, yılan değil,” dedi Ülfet içinden, “tavuk, ciyak ciyak ötüp ortalığı birbirine katan besili bir tavuk”. İçinden geçenlere güldü ve toparladı kendini:

      “Ooo hayırdır görümceciğim. Bizi göresin mi geldi?”

      “Siz arayıp sormayınca, iş