Kocan beni az evvel hastanelik etti.”
“Bu dediklerinize inanamıyorum.”
“Beni dinle Ülfet. Kocanın öfkeden gözü dönmüş. Ne dediysem dinlemedi. Seni asla yaşatmaz. Aklın varsa çocuklarını al ve kaç!”
“Nasıl olur? Nereye kaçayım?”
Hangi soruyu soracağını bilemedi Ülfet. Kafası allak bullak oldu.
Selim son sözünü söyledi:
“Kaç Ülfet, kaç ve canını kurtar!”
Telefon kapandı. Ülfet’in kafasında cevapsız bir dünya soru vardı. Evin içinde ne yapacağını bilmez şekilde dolanıyor, bir yandan da sayıklıyordu:
“Olabilir mi böyle bir şey? Doğru mu söyledikleri? Uf, saçmalık. Bir adamın lafına inanıp, hiç arkama bakmadan kaçacak mıyım yani? Ekrem eve gelince, ortada bir şey olmadığı halde beni bulamazsa ne olacak? Durduk yere elin adamının lafına bakıp düzenimi mi bozacağım?
Sonra nasıl bakarım Ekrem’in yüzüne? Kötü bir şaka yaptı aklınca. Belki de Ekrem’le bir oldular benimle eğleniyorlar. Eğer öyleyse elimden çekeceğin var Ekrem. Elin adamıyla bir olup beni üzmek ne demekmiş göstereceğim sana. Ama ya doğruysa. Yıllardır tanıyorum bu adamı. Niçin bana yalan söylesin ki?”
Ülfet bocaladı. Ne düşüneceğini, neyin doğru olduğunu bilmiyordu. Emin olmalıydı. Selim’in söylediklerinin doğru olduğunu gösteren bir emare bulmalıydı. Ancak o zaman inanabilirdi duyduklarına. En yakın hastaneyi aradı. Bilgi istedi. Fakat o isimde bir hastanın bulunmadığını söylediler. Bir ferahlık geldi içine ama yine de rahatlamadı. Başka hastaneleri de aramaya karar verdi. Numarayı çevirirken kalbi korkudan güm güm atıyordu. Kendine sormadan edemedi:
“Şu an boşa mı vakit kaybediyorum?”
“Saklambaç oynayalım mı abla?”
“Olur. Hadi ben sayıyorum o halde. Ama uzağa gitmeyin.”
Zeynep saymaya başladı:
“Bir, iki, üç…”
“Zeynep…”
Annesinin sesini duyan Zeynep gözlerini açtı ve saymayı kesti. Annesi duvarın kenarından saklanarak bakıyordu. Elinde küçük bir valiz vardı. “Gel,” dedi eliyle işaret ederek.
“Anneciğim saklambaç oynuyorduk, kardeşlerimi bulmam lazım.”
“Buradalar. Sen de gel. Çabuk ol.”
Zeynep koşarak annesinin yanına gitti. Ülfet eğildi. Üçünü de karşısına alarak fısıldadı. Gözleri korkuyla etrafı süzüyordu:
“Bana bakın çocuklar. Söz verdiğim gibi işlerimi bitirdim ve sizinle oyun oynamaya geldim. Şimdi saklambaç oynayacağız ama kuralları değiştiriyorum. Ayrı ayrı yerlere değil, hep birlikte aynı yere kaçıyoruz ve kimsenin bizi bulamayacağı bir yere saklanıyoruz. Anlaşıldı mı?”
Annelerinin tedirginliğini sezen çocuklar bir şey diyemediler. Ülfet çocukları korkutmamak için zorla da olsa gülümsedi:
“Çok eğlenceli olacak. Ama koşacağız oldu mu?”
“Peki anneciğim.”
“Hazır mısınız?”
“Hazırız.”
Koşmaya başladılar. Olabildiğince hızlıydılar. Hiç arkalarına bakmadılar. Koşan bu üç çocuğa ve kadına bakan kimseye aldırış etmediler. Nereye varacaklarını bilmeden, ulaşacakları o yere doğru adeta uçtular. Ülfet, çocuklarının yorulduklarını hissetmelerine izin vermedi. “Devam!” diye bağırdı. Kasım dayanamayıp dizlerinin üzerine düştü. Ağlamasına aldırmayıp onu kucağına aldı. Diğer eliyle İsmail’in elini sımsıkı tuttu. “Koş Zeynep,” diye bağırdı yeniden.
Sokaktan geçenler hayretler içinde üç çocuğa ve anneye bakıyordu. Kimi şaşırıyor, kimi “Her şey yolunda mı?” diye sesleniyordu.
Bir hayli koştuktan sonra bir binanın önünde durdular. Nefes nefese kalmışlardı. Ülfet etrafını kontrol ettikten sonra binanın girişine yaklaştı ve isimlere göz gezdirdi. Daha sonra zillerden birine bastı. Üzerinde “Kadın Sığınma Evi” yazıyordu. Kapı açıldı. Ülfet hemen çocuklarını alıp içeri geçirdi.
“Girin çocuklar. Bundan sonra saklanacağımız yer burası.”
Sessizce koridordan ilerlediler. Zeynep olan biteni anlamaya çalışıyordu. Artık bunun bir oyun olmadığının farkındaydı. Nihayet annesi bir kapının önünde durdu ve tıkladı. Kapıyı güler yüzlü bir kadın açtı ve onları odaya buyur etti.
İçerde Zeynep’in daha önce hiç görmediği oyuncaklar vardı. Üç kardeş heyecanla oyuncakların başına vardılar. Ülfet, kadınla tokalaştı.
“Adım Tanja. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Yaşadığı korku ve yorgunluğun üstüne kadının sesindeki sıcaklık ve emniyet hissi Ülfet’i duygulandırmıştı. Gözlerinde biriken yaşlara mani olamadı. Yüzünü ellerinin arasına aldı:
“Kusura bakmayın, ben…”
“Oturun lütfen.”
Tanja, üç çocuğuyla perişan halde olan Ülfet’e üzüldü. Telefona uzandı. Çocuklar için bisküvi ve içecek bir şeyler istedi. Sonra Ülfet’in hemen karşısına oturup bir mendil uzattı:
“Ne olduğunu bana anlatmak ister misin?”
“Kocam…” diye mırıldandı önce Ülfet. Söyleyeceği hiçbir şeye dili varmıyordu ama anlatmalıydı. Ağlayarak içini döktü. Zeynep oynamaya ara verip annesinin yanına geldi, elini tuttu:
“Anneciğim, sen ağlıyor musun?”
“Geçti yavrum. Sen oynamana bak.”
Zeynep denileni yaptı ama bir şeylerin yolunda gitmediği anlamıştı.
Uzun bir dertleşme sonrasında Tanja sözü aldı:
“Ülfet Hanım. Bu kadar korkmanız çok doğal. Kaçtığınız için kendinizi suçlamayın. Yerinizde kim olsa aynısını yapardı, inanın. Burada sizin için yerimiz var. Bizimle kalabilirsiniz.”
“Çok, çok teşekkür ederim Tanja Hanım. İçime su serptiniz.”
“Yalnız bir nokta daha var.”
“Nedir?”
“Sığınma evlerimize yalnızca on beş kişiyi alabiliyoruz ve bir zaman sonra eskileri yeni gelenlerle değiştirmek zorunda kalıyoruz. Zor durumda kalan başka kadınlara da aynı hakkı tanıyabilmek adına bunu yapmak zorundayız.”
“Anlıyorum.”
“Ama üzülmeyin. Bu zaman zarfında mahkemeyi hızlandırabiliyoruz ve eşinizle sizin aranızdaki ilişkiyi belli bir noktaya ulaştırıyoruz. Yani ya terapi sunarak eşler arası uzlaşmayı sağlıyor ya da ortada ciddi bir şiddet söz konusu ise davanın sonuçlanmasını hızlandırıyoruz.” Tanja üzülerek çocuklara baktı. Teselli etmek için Ülfet’in elini tuttu:
“Kendinizi her şeye hazırlayın Ülfet Hanım. Güçlü olmalısınız. Şayet mahkeme boşanma ile sonuçlanırsa, devlet çocukları korumak adına sahiplenebilir.”
“O ne demek? Ben onların annesiyim.”
“Elbette. Bakın, eşiniz öfkesine hâkim olamayan bir baba olarak çocukları almaya hak kazanamayacaktır. Siz de, her ne kadar onların annesi de olsanız, çocuklara gelecek vaat edecek mal varlığına ve ruh sağlığına sahip olmayan bir konumunda olacaksınız.”
“Bu