Ağabeyin karını öldür dese öldürecek misin?”
“Yine abarttın. Neyse seninle konuşulmuyor. Unutalım.”
“Unutalım mı? Yanağıma bakar mısın, nasıl kızardı. Sen ailenin kuklası olmuşsun. Onlar ne derlerse haklılar, tek günah keçisi benim. Şu saydıklarına bir bak. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler.”
Ekrem’in sesi iyice yükseldi:
“Sen hassasiyet nedir bilmez misin be kadın?”
Ülfet durgunlaştı:
“Ben sana hassasiyet nedir söyleyeyim mi? Kadındır hassas olan, incinecek kalbidir. Evlendiğimiz geceyi bir düşün. Birlikte geçecek ömrümüzün sevinci değil mi hatırlamamız gereken? Ama benim hatırladığım ne? İlk gecenin dayağı.”
“O bir gelenekti. Kabul ediyorum, yapmamalıydım. İsteyerek de yapmadım zaten.”
Ülfet alaycı bir ses tonuyla, “Gelenek,” diye tekrarladı. “Yani geline vur ki yerini bilsin. Kocasına itaatte kusur etmesin.”
Ekrem kendini koltuğa bırakıp sigarasını yaktı ve isteksizce mırıldandı:
“Bu konuyu yıllar önce konuşup kapattık sanıyordum.”
“Sen kanayan yarama her defasında tuz basarsan, sürekli evimizi, ailemizi, her işimizi başkalarının yönetmesine izin verirsen nasıl kapanır bu konu, söyler misin?”
“Başkası dediğin benim ailem. Bana onca emekleri geçti. Büyüklerime saygısızlık edemem. Kendine çekidüzen versen iyi olur. Senin yaptıkların yüzünden ailemin karşısında küçük düşmek istemiyorum artık.”
Ülfet manidar bakışlarını Ekrem’in gözlerinin içine dikti:
“Sen benim âşık olduğum, severek evlendiğim adam değilsin. Seni artık tanıyamıyorum. Ailen için bizi bitirdin. Ama artık yeter. Eğer bir daha herhangi bir sebepten dolayı bana tokat atacak olursan, Allah şahidim olsun, seni boşayacağım.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, neler söylüyorsun böyle?”
“Gayet ciddiyim.”
“Öfkelisin, ondan böyle konuşuyorsun.”
“Hayır, ne zamandır aklımdan geçeni söylüyorum.”
“Karıcığım, gel yanıma otur. Gönlünü almama izin ver. Bu çirkin muhabbeti de kapatalım artık.”
Ekrem’in sesi yumuşamış, alttan almaya başlamıştı ama kavganın hararetini düşürme çabası bir gürültüyle bölündü. Yere bir şey düşüp dağılmıştı. Ülfet irkildi:
“O neydi?”
Ekrem elindeki sigarayı kül tablasına bastırıp ayaklandı. Ülfet, olduğu yerden kımıldamıyordu. Kısa zaman evvel, izne gittiklerinde evlerine hırsız girmişti. Döndüklerinde her yeri darmaduman halde buldular. Ülfet üzerinden o korkuyu hâlâ atamıyor, duyduğu her sesle yüreği ağzına geliyordu. Sıkıca kapattığı gözlerini açıp başını kapıya doğru uzattı. Pembe terlikli ayakları görünce de derin bir nefes aldı, “Zeynep’miş,” dedi korkudan iyice kısılan sesiyle.
Zeynep mahcuptu. Önüne eğdiği başını kaldıramadı. “Yanlışlıkla oldu. Özür dilerim,” diye mırıldandı.
Ülfetin aklı hâlâ yarım kalan tartışmadaydı. İsteksizce konuştu:
“Kenara çekil kızım. Ayağına batacak.”
O süpürgeyi almaya giderken Ekrem kızına seslendi:
“Zeynep!”
Zeynep çekingen adımlarla içeri girdi.
“Sen hâlâ neden uyumadın kızım?”
“Şey… Biraz ayakta dursam…”
“Hiç öyle şey olur mu? Saat kaç olmuş. Hadi, hemen yatağına.”
Zeynep kıpırdamadı. Söylemek istediği başka bir şey varmış gibi kaldı olduğu yerde.
“Bir şey mi diyeceksin?”
“İyi geceler diyecektim.”
“Tamam, iyi geceler. Tatlı rüyalar sana.”
Ekrem eline kumandayı alıp koltuğa uzandı. Tam televizyona dalacaktı ki, kızının hâlâ yerinden kımıldamadığını fark etti:
“Başka bir şey mi var kızım?”
“Şey baba… Annemle kavga mı ediyordunuz?”
Ekrem beklemediği bu soru karşısında ne söyleyeceğini şaşırdı. “Gel bakalım yanıma,” dedi yumuşak bir sesle.
Zeynep bu fırsatı bekliyor gibi hızla babasına koştu ve sarıldı.
“Bazen bazı konularda büyükler anlaşamayabilir. Bu kötü bir şey değil. Herkes kendi fikrini karşıya kabul ettirmek ister. Aksi halde anlaşılmadığını düşünür. Bundan dolayı zaman zaman kontrolü kaybedip sesimizi yükseltebiliyoruz. Bu seni korkutmasın.”
Kızının alnına bir öpücük kondurdu:
“Sen daha çok küçüksün. Böyle şeylere kafanı yorma.”
Zeynep babasının göğsünde çok huzurlu hissetti.
“Hadi, şimdi beni ve anneni üzmeden doğruca yatağına git.”
Ülfet kapıda belirdi. Gerginliği yüzünden okunuyordu.
“Anne sana yardım edeyim mi?”
Ülfet elini belinden indirip Zeynep’in yanına çömeldi:
“Ben hallederim tatlım. Gel bakalım, yatmadan bir öpücük ver annene.”
Zeynep, annesinin kucağına koştu.
Ülfet, görümcesinin hediye ettiği kırık vazoya baktı son kez:
“Merak etme. Bu vazoyu beğenmiyordum zaten, iyi oldu.”
Zeynep, huzur dolu adımlarla odasına geri döndü. İyi ki kırılmıştı vazo. Hayır, annesi beğenmediği için değil, kavgaya son noktayı koyduğu için.
Kardeşlik
Zeynep dolaptan kâğıt, kalem çıkardı. Anne ve babasına güzel bir resim yapmak istiyordu. Böylelikle geceki tartışmadan sonra aralarında bir küslük kalmışsa onu çözebileceğini düşündü. Dakikalarca, özenerek çizdi resmini. Çok güzel olmasını istiyordu. Nihayet bitirdi. Rengârenk kalemlerle elinden geldiğince süslediği kâğıdı masanın üstüne bırakıp annesini çağırmaya gitti. “Anne, sana bir sürprizim var,” dedi heyecanla.
“Öyle mi, neymiş bakalım?”
“Odama gelebilir misin?”
“Şu iki bulaşığı da kaldırayım, geliyorum hemen.”
Zeynep’e göz kırptı:
“Yakında doğum günün var. Seviniyor musun? Bir ay sonra beş yaşına gireceksin. Büyük abla olacaksın yani.”
“Ben zaten büyük ablayım. Hep kardeşlerimle ilgileniyorum anneciğim.”
“Hadi göster bakalım. Neymiş sürprizin?”
Zeynep, annesini elinden tutup odasına götürdü. İçeri girdiğinde annesinin sevineceğini ümit ettiği resmi masanın üstünde bulamadı. Şaşkındı. İlk aklına gelen kardeşleri oldu. Kasım iki, İsmail ise üç yaşındaydı. Zeynep’e göre İsmail böyle bir şey yapmayacak kadar büyümüştü. Alsa alsa Kasım alır diye düşündü. Koşarak odasına gitti:
“Kasım, resmimi sen mi…”
Zeynep