Büşra Demir

Yüreklerin Göçü


Скачать книгу

Anlamsız bir ‘mübadele’ kelimesinden daha dokunaklı, daha gerçekti sanki. Kostas’ın, çizgilerin arasında küçülmüş gözleri daha da çok şey anlatıyordu. Onlarda özlem, hüzün, burukluk ama öte yandan da sevinç, heyecan vardı. Kendimi onun hikâyesine öyle kaptırmıştım ki, anneannemin kendi çocukluğunu ne zaman anlatmaya başladığının farkına varmamıştım. Meğer o balkonda, doğduğu evi terk etmek zorunda kalan tek kişi değilmiş bu yaşlı adam. Meğer ben, o güne kadar anneannemin çocukluğunu hiç merak etmemişim. Bu defa o anlatmaya başladı. Selanik’e yakın, küçük bir kasabada yaşıyorlardı. Çok ufaktı yaşı ama bahçelerindeki meyve ağaçlarını, dallara tırmanıp akşamlara kadar inmeyişini, dizlerinden eksik olmayan yara bere izlerini hiç unutmuyordu. Bir de evin taş duvarlarını saran kırmızı gülleri… Bir gün gezmeye gittiklerini söylemişti annesi, bahçedeki oyun arkadaşlarının hiçbirine veda etme fırsatı bulamamıştı. Bir gemi gelmiş, onları alıp uzaklara götürmüştü.

      Kaç bardak çay içildi hatırlamıyorum ama o gün, dakikalar, saatler uzayıp gitti ardı ardına. Savaştan, barıştan, geçmişten, bugünden, Selanik’ten, İzmir’den bahsettik. Komşusuyla yıllar sonra tekrar aynı sokağa bakan evlere taşınmış eski dostlar gibiydi halimiz. Sözcükler daha çok, yıllardır yüreklerinde birikenleri paylaşma ihtiyacı duyan iki eski neslin dilindeydi. Dimitris ve ben, onların nostaljik yolculuklarına eşlik etmekten haz duyuyorduk. Gün batımına kadar konuğumuz oldular. Hiç bitmesin istediğim o gün, evin eski sahibinin izin istemesiyle sona ermişti. Ben, ne onun hikâyelerinden, ne de gece mavisi gözlerine hayran kaldığım Dimitris’ten ayrılmak istememiştim.

      Ertesi gün, kapımız çalındığında tekrar aynı yüzleri görmek beni çok mutlu etmişti. Lakin bu defa oturmak için vakitleri yoktu. Bize adreslerini verdiler, belki bir gün gideriz diye anneannemin bahsettiği o eski evin adresini aldılar ve misafirperverliğimiz için teşekkür edip kırmızı bir gül buketi uzattılar. İşte o buketten seçtiğim güllerden bir tanesi bu elimdeki kurumuş gül.

      Dimitris’le yıllarca mektuplaştık. Hep tekrar gelmelerini umdum ama aynı fırsatı bir daha bulamadılar. Dedesinin çocukluk evini tekrar görebilmesinin onu ne kadar mutlu ettiğini satırlarında okudukça, anneannem için aynı şeyi yapamamış olmanın üzüntüsünü duyardım. Bir gün, mektuplardan birinden bir fotoğraf çıktı. “Bunu anneannene göster” diyordu satırlarında. Gitmişler o eve meğer. Yine bahçesinde meyve ağaçları, duvarlarında gül salkımları duruyormuş. Anneannem hemen tanıdı evi, onu daha önce hiç öyle içli ağlarken görmemiştim.

      Kaç defa niyetlendiysek ertelenmek zorunda kaldı gidişimiz. Ben, bir çift mavi göze, anneannem eski toprağına hasret geçmişti yıllar. Yine de anneannem kendini bir fotoğrafla avutmasını bilmişti. Bende ise silik bir hatıranın yanında bir kutu dolusu mektup birikmişti.

      Dedesinin ölümünü, yine o mektuplardan birinde öğrenmiştim. Kendi dedemi tanıyamamış olduğumdan, Kostas’ı onun yerine koymuştum. Çok vakit geçirmemiştik belki ama ben onun hayatına öyle girmiştim ki, onu sevmemem elimde değildi. Gözünün arkada kalmadığını yazmıştı, onu tanımış olmaktan mutluydum.

      Dimitris’le yazışmalarımız hiç bitmedi. Ta ki yine yaz tatilinde bir gün onu kapımızda görünceye kadar. Aynı mavi bakışları, aynı sevimli gülüşüyle karşımda durmuştu. Ben yine şaşkındım, anneannem yine misafiri içeri alan kişiydi. Böylece gerçek anlamda tekrar hayatıma girmişti. İzmir’de iş bulduğunu, ev tuttuğunu, artık burada yaşayacağını mektupta yazmamış, bana sürpriz yapmak istemişti. Bu, hayatımda duyduğum en güzel sürprizdi. Bana, kırmızı bir adet gül, anneanneme tupturuncu bir portakal getirmişti, “Ağaçlarına tırmandığınız o bahçeden.” demişti. Şaşırıp kalmıştık, ikimiz de onu daha bir sevmiştik sanki.

      İki yıl kadar sonra, latif rüzgârın eşlik ettiği bir temmuz gününde bana evlenme teklif etti. Martılarla bir olup denizin üzerinde sevinç çığlıkları atmak istemiştim o an, anneannem ise bu teklife benden daha çok sevinmişti. Dimitris’i küçüklüğüyle, ninesi, anası, babasıyla bir bağ gibi gördüğünü hissederdim. Düğünümüzü görmeseydi, evlendiğimiz güne şahit olmasaydı ölümüne daha çok üzülürdüm sanırım. Yine de bizimle daha uzun yıllar kalmış olmasını dilerdim. Onu, o fularını sarınmış asil halini, her şeye rağmen hayata olan bağlığını özlüyorum.

      Bırakıyorum elimdeki gülü eski günlüğün arasına. Bugün, hatıraları hiç eskimeyen o kadının ölümünün üçüncü yılı. Ona ait bir fotoğrafla yola koyulacağız. Gece mavisi gözlü eşim ve ben. Tıpkı yıllar önce iki davetsiz misafirin bize geldiği gibi, biz de Selanik’te küçük bir kasabaya, duvarları güllerle çevrili taş bir eve gidiyoruz. Eski bir hikâye anlatmaya… Ve yeni hikâyeler dinlemeye…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 12.03.2014)

      İKİ KÜÇÜK MUTLULUK

      Evimin balkonunda, önümde uzanan manzaraya bakıp can sıkıntımı unutmaya çalışıyorum. Eskiden boş vakitlerim beni bunaltmazdı, aksine çok kıymetlilerdi. Dört duvar arasında, gözlerim önümdeki titrek ekrana kelepçeliyken, hep güneşle buluşmayı, odadaki havasızlığı dışarıdaki oksijenle değişebilmeyi hayal ederdim. Tutsak gibi hissederdim kendimi. Hayatımı bir savaş alanı gibi görür, düşüncelerimi atlı askerler olarak savaşmaya gönderirdim. Monoton geçen memuriyet günlerimle kılıç kalkan oynardı özgürlük tutkunu yanım. Sonra günün birinde içimdeki savaşı kazandım. Yeni dünyama açılan beyaz duvak, beni kelepçelenmişlikten kurtardı.

      Mesai günlerimi özlüyorum demeye dilim varmıyor. Diğer yandan savaş alanımdan geriye kalan bomboş çayırlıkta bir başıma dolaşmaktan sıkılıyorum. Hiç de hayal ettiğim gibi değilmiş hayallere ulaşmak. Eski tatlılığını yitirdi boş vakitlerle kucaklaşmak. Soslanmamış, tadı olmayan bir ot yemek gibi şimdi hayatım.

      Para kazanmamın zorunluluk olduğu günlerde ruhumu doyuran kısacık çay molalarının yerini alışveriş, kuaför, amaçsız gezmeler aldı. Can sıkıntım beni tokatladıkça kendimi alışveriş merkezlerine atıyorum. Üzerime dar gelen elbiseler alıp duruyorum bu ara. İnsanın vakti çok olunca sürekli atıştırmak da bir alışkanlık oluyormuş, kilo aldığımı fark etmemişim bile. Bir gün eski formuma dönerim diye etiketini bile sökmediğim bir sürü elbise asılı dolabımda. Tabi her birinin altına ayakkabı, onlarla uyumlu çanta, toka almayı da ihmal etmiyorum.

      Eve geleli bir saat kadar oldu. Bugün torba torba satın aldıklarımın mutluluğu çoktan geçip gitti. Tükettikçe tükeniyorum sanki. Hayret eskiden olsa yaşama sevinci verirdi bana bütün bunlar. Hangi noktada anlamsız torbalar haline geldiler bilemiyorum.

      Dakikalar geçtikçe mutsuzluğum artıyor. Geçip giden arabalara bakıyorum, kaldırımsız yol kenarlarında cambaz misali yürüyen yayaları izliyorum. İki çocuk geliyor bu tarafa doğru. Bunlar çöplerden artık toplayan, bütün vücutları kararmış çingeneler. Şu sıralar çok geziyorlar bizim mahallede. Ayaklarının çıplak olduğunu görebiliyorum, yazık ne kadar da zavallılar. Ben ne kadar da şanslıyım aslında. Ama hal böyleyken nasıl oluyor da onlar aşağıda kahkahalar atarken ben burada somurtmuş oturuyorum? Onların basit hayatı benimkinden daha zengin olabilir mi?

      Üzerinde çayırlar bitmiş boş arazide koşuyorlar artarda. Kovalamaca oynuyorlar sanırım. Erkek daha hızlı koşuyor, kız yakalamaya çalışıyor ama elini boşluğa atıyor her defasında. Oğlan iyice arayı açtığında kızın takılıp düştüğünü görüyor, kahkahayı basıyor. Kız da onun ardından gülmeye başlıyor. Güneş tepelerinde, sanki o da gülümsüyor. Bir benim dudaklarım oynamıyor, en son ne zaman böyle kahkahalar atmıştım diye hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlayamamak beni üzüyor.

      Kalkıyor