pişman oluyorum bir an. Neden sonra, hızla kalkıp mutfağa yöneliyorum. Dolaptan daha önce hazırladığım köfteleri çıkarıyorum, tavaya atıp altını yakıyorum heyecanla. Ne zamandır bir şeye karşı heyecan duymamıştım, hoşuma gidiyor. Köfteler kızarırken sabah aldığım ekmeği çıkarıyorum, ortadan ikiye bölüyorum. Hala tazeler, hamurundan bir lokma alıp ağzıma atıyorum. Biraz yeşillik ve domates çıkarıyorum, sudan geçirip dilimliyorum. Birden aklıma geliyor, cama yönelip çöp tenekesine bakıyorum. Oğlan tenekeden çıkmış, yanda boylu boyunca uzanmış yatıyor. Kız da onun etrafında dönüyor. Güzel, hâlâ gitmemişler. İşime dönüyorum. Köfteler kızardı. Ekmeğin içini tavadaki suya bandırıp köfteleri arasına koyuyorum. Üzerlerine dilimlediğim domatesleri ve yeşilliği koyuyorum. Biraz ketçap, biraz mayonez. Ve tok karnımı bile acıktıran leziz ekmek arası köfteleri hazır hale getiriyorum. Bir kez daha camdan bakıyorum.
Hayatıma anlam kazandırmanın bir yolu olabileceğini hissediyorum ilk defa. Tam olarak ne olacağını henüz kestirebilmiş değilim. Coşku seli dalgalanıyor kalbimde, iyi düşünemiyorum şu an, yalnızca hissedebiliyorum. Dört duvar arasında anlamsız mesailerin de, dört yanı açık ama içi bomboş zamanların da beni ben olmaktan uzaklaştırdığını fısıldıyor gizli bir ses.
Hızlı adımlarla çöp tenekesinin yanına gidiyorum. Kimse yok. Sağa bakıyorum, sonra sola. İleri yürüyorum, sonra dönüp diğer yana yürüyorum. Karabasanın ortasında çığlıksız kalmış gibi hissediyorum, heyecanım bir yıkıntıya dönüşüveriyor. “Böyle olmaması gerekiyor” diye geçiyor aklımdan. Çaresizce tenekenin içine bile bakıyorum. Yoklar işte, yoklar.
Onları en son gördüğüm yere çömeliyorum. Belki bir parça mutluluklarını orada bırakmışlardır diye elimi gezdiriyorum bastıkları çimlerde. Hafif bir tebessüm konuveriyor dudaklarıma, içimdeki yıkıntıdan çıkıp ruhumu tekrar doğrultuyorum. Bundan sonra onu tüketenlerden uzak durmaya karar veriyorum. Elimde duran ekmek arası köftelerin mis gibi kokusu doluyor burnuma. Bir lokma alacakken bir ses duyuyorum.
“Abla bize de versene”
Arkama dönüp bakıyorum. İki çift gülen göz, elimdekilerden alamıyor bakışlarını. Benim bakışlarımsa onların ayaklarına takılı-veriyor, saçma sapan bir soru çıkıveriyor ağzımdan:
“Ayaklarınız acımıyor mu sizin bu yollarda?”
“Yooo, senin ayakların terlemiyor mu asıl o ayakkabıların içinde?” diye soruyorlar.
Yaşam tarzlarını sorgulamış olmaktan yeniden utanıyorum kendimce. Yine de hayatlarında bir gülümseme de ben yaratmak istiyorum.
“Abla, vericen mi bize de o ekmekten?” diye ısrar ediyorlar.
“Bunlar zaten sizin için.” diyorum elimdekileri uzatırken. İki küçük mutluluk, cümlemi duymadan köfteleri alıp koşuyor geldikleri yola. Bu defa, sahip olduklarımın zenginliğini tadıyorum.
İŞARET
Dişçi koltuğunda oturmuş geleceğimi düşünüyordum. Seçim yapmaktan o zamanlar da nefret ederdim. O yolun sonu mu parlak, bu yolun mu? Orada mı şansımı denemeli burada mı? Sonra da her defasında seçmediğim tarafı tercih etsem nasıl olurdu diye aklımı kemirip duran düşünceler…
Aslında Gizli Sandık dergisinin ekibinde yer almak okuldayken en büyük hayalimdi. Hatta sırf benim değil, birçok arkadaşın da öyleydi. Stajyer olarak başlayacaktım, üsttekilerden birkaçıyla aramı sıkı tutup dikkatlerini çekecektim, beni işe alacaklardı, editör olacaktım falan filan… Belki beni fark ederler diye daha ayın başında yeni sayılarını alıp binalarının yanındaki kafede az oturmadım. E postayla yazılarına yorumlar gönderdim, katıldıkları bazı seminerlere gidip en yakınlarına oturdum, sektörü çok iyi biliyor havalarında sohbetlerine katılmaya çalıştım, dikkatlerini çekemedim. Defalarca özgeçmişimi yollamış olmamdan bahsetmiyorum bile.
Şanslı biri sayılmam. Yirmili yaşların başında Gizli Sandık bir türlü oltama gelmeyince ben de artık başka yerlerde işe başlamam gerektiğine karar verdim. İtildim, kakıldım, aylarca çömez muamelesi gördüm, müdürlerimin kişisel işlerini ve her türlü ayak işlerini ben yaptım. Yine de kimseye yaranamadım. Erkek olmak da kolay değil tabi. Hem gururunu ezdirmeyeceksin, hem terfi edeceğim diye ilgili kişilere yaranacaksın, nasıl baş edeceğimi bilemedim. Bir de hepsinin yanında Aysel vardı. Ela gözlü, afet-i devran Aysel. O dönemlerde azıcık talihim açık olsaydı bir ihtimal vardı bence. Birkaç kere bana baktığını görmüştüm ama çulsuz, çaylak adamı ne yapsın? Büyükler liginde oynardı o hep, müdürlerle yemeğe, çay aralarına çıkardı.
Birkaç yıl böyle perişan geçti. İlk çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra kısa süreli iki dergide daha şansımı denedim yine de kapasitemi görebilecek müdürlere denk gelemedim. Hâlbuki çok iyi fikirlerim, yazılarım vardı. Ne zaman yakın bulduğum biriyle paylaşsam kendilerine aitmiş gibi pazarladılar benden aldıklarını. Bu sayede terfi edenler bile oldu. Hepsine küstüm, ayrıldım. Gururum var sonuçta, o saatten sonra yüzlerine bakacak değildim.
Sonunda bir gün benim okuldaki elemanlardan ikisi geldi yanıma. Onlar da bunalmış elalemin yanında çalışmaktan, hiçbiri kendi prensiplerine uygun değilmiş. Düşünüp taşınmışlar, yeni bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Sen de katıl bize dediler. Katılmaz mıyım? Çektiğim bütün eziyetlerin bir anlamı varmış demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar her şeyi kadere yormak gibi bir huyum vardı. Çömezlikte öğrendiğim bütün o ıvır zıvır işler artık bana lazım olacaktı. Hemen çalışmalara başladık. Azim, hırs, idealler ne ararsan bizde. Aysel hala aklımda tabi, gözünde saygınlığım artacak diye kendimle övünüyorum.
Tam o dönemde yollar ikiye ayrılıverdi. Kendimize ait bir dergi için heveslenmişim, hayatımı ona odaklamışım, mutluyum derken bir telefon;
“İyi günler, Gizli Sandık dergisinden arıyoruz. İş başvurusunda bulunmuşsunuz. Hâlâ düşünüyorsanız Salı günü sabah onda görüşmeye çağırıyoruz.” Keşke telefonum bozuk olsaydı diye düşünmüştüm. Karşılarına dikilip, ‘Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yıllardır durdunuz da şimdi mi aklınıza geldi?’ diye haykırmak istemiştim. Nafile tabi, hiçbirini yapamadım. Arkadaşlara haber vermeden görüşmeye gittim. Okuldaki başarımı, deneyimimi beğendiler, beni denemek istediklerini söylediler. Ben böyle zamanlamanın…
Günlerce kararsızlıktan deliye döndüm o dönem. Baktım kendim baş edemiyorum, kadere bıraktım seçimi. Tabi akılsızlık diz boyu, kader diye geleceğini dişçinin ellerine bırakırsan kendini bugün benim olduğum yerde bulursun. Ne bekliyordum ki?
Teklifi mi kabul etsem, yeni çıkacak bir derginin kurucularından mı olsam diye düşündüğüm o günlerde bir diş ağrısı girdi hayatıma. Ağrı kesiciler fayda etmiyor, kalktım bizim ailenin eski dişçisine gittim. İyice ihtiyarlamış Mahmut Abi. İşini iyi yapabilir mi diye endişelensem de ayıp olur diye geri dönemedim, oturdum koltuğuna. Açtım ağzımı bir karış, neredeyse iki elini birden içeriye soktu. Bir sağdan baktı, bir soldan. Ayna tuttu, ışığı yaklaştırdı, sonunda çürük dedi. Dolgu yapacakmış, yap dedim. Gözlerimi kapadım, yine hangi yolu seçmeliyim sorusuna takıldım. ‘Bir işaret alsam, bir şey olsa da doğru olanı anlasam’ diye düşünmeye başladım. Gizli Sandık’ı yıllarca beklemiştim, tam böyle bir anda aramaları bir işaret olabilir miydi? Bunca zaman sağda solda sürünmüş olmam orası için bir altyapı çalışması mıydı? Evet, öyle olmalıydı. İşaret çoktan gelmişti de görememiştim diye düşündüm. Derken bir acı ansızın düşüncelerimi böldü. Mahmut Abi sanki sinirlerimi delip geçmişti, uyuşturmaya