Hevir Tömür

Erken Uyanan Adam


Скачать книгу

p>Hevir Tömür

      ERKEN UYANAN ADAM

      Hevir Tömür 1922 yılında Doğu Türkistan’ın Toksun nahiyesinde dünyaya gelmiştir. Okuma yazmayı memle-ketinde öğrenen Tömür, ilk ve orta öğ-renimini Toksun ve Kuça gibi yerlerde tamamlamıştır. 1937 yılında Sincan Eyalet Darülmuallimini’ne giren Tömür 1939 yılında eğitimini tamamladıktan sonra memleketi Toksun’da öğretmenlik yapmaya başlamıştır. 1945 yılında Toksun’dan Urumçi’ye taşınan yazar, neşriyat, matbu-at işlerinde faaliyet göstermiştir. Sonraki dönemlerde siyasi sebeplerden ötürü uzun bir süre sıkıntılı bir hayat sürdüren Tömür 1979 yılında hatırlanarak Sincan Uygur Otonom Bölgesi Siyasi Danışma Şurası Tarih Materyalleri Tetkikat Şubesinde çalışmaya başlamıştır. Hevir Tömür 1992 yılı Ocak ayının 29. Günü, 70 yaşındayken hastalık sebebiyle Urumçi’de hayata veda etmiştir.

      Hevir Tömür 1940’lı yıllarda yayımladı-ğı şiirleriyle edebiyat vadisinde adından söz ettirmeye başlamıştır. O, bu dönemde “Bala” (Bela), “Aldangan Çolpan”, (Aldanan Çolpan), “Tinçlik” (Barış) gibi destanlarını ve “Yolvas Uhlap Yatatti” (Kaplan Uyuyup Kaldı) gibi hikâyelerini yayımlamıştır. Ancak o, edebi sahadaki asıl ününü 1980’li yıllardan sonra kaleme aldığı eserlerle kazanmıştır. Yazar bu dönemde “Molla Zeydin Hekkide Kissa” (Molla Zeydin Hakkında Kıssa), “Baldur Oygangan Âdem” (Erken Uyanan Adam), “Abdukadir Damolla Hekkide Kisse” (Abdulkadir Damolla Hakkında Kıssa) gibi edebi tezki-releri ve “Tan Aldida” (Tan Önünde) adlı şiir kitabını neşretmiştir. Yine bu dönemde çeşitli gazete ve dergilerde “Abdukadir Damolla”, “Hidishan”, “Külfetli Yıllar”, “Bir Meydan Futbol Müsabakası”, “Yakup Bey ve Molla Muhammetyar Halife”, “Altın Akıl”, “Suret”, “Vaktim Yok” gibi birçok değerli manzum ve mensur eser yayımlan-mıştır. Bunların dışında “Molla Zeydin” adlı bir film senaryosu ve “İki Ana”, “Geldi Bahar” isimli dramları Uygur Edebiyatında yerini almıştır. Ayrıca Hevir Tömür edebi eserlerinin yanı sıra tarihi konularda da çok sayıda makaleyi kaleme alarak yakın dönem Uygur tarihinin aydınlatılmasında büyük katkılar sağlamıştır.

      Kıymetli Babam

      Mustafa Bozok’un

      Aziz Hatırasına…

      Birinci Bölüm

1

      Anası, oğlunun tuhaf tavırları üzerinde çok düşündü. Maalesef, oğlunda sabah kahvaltı yapıp bekleme odasına çıkana kadar hala düşünme alameti yoktu. Annem var, çocuklar var onlarla ilgileneyim diye bir düşüncede olmadığı seziliyordu. Ne bitmez bir yazı, ne yorulmaz bir beden, nasıl yorulmaz bir göz o…

      Niyaz Hanım bu sözleri içinden kaç defa geçirdi. Sonunda o, erinmeden bekleme odasına girerek, şair oğlunun ne yaptığını kendi gözüyle görüp onunla biraz konuşmak istedi. Oturduğu yerden kalkıp merdiven tarafına bakarak yürüdü. O, kuvvetli bir kadındı, bu düşüncelerden kurtulup kendine gelene kadar yavaş adımlarla yürüyüp merdiven önüne kadar geldi, neden olduğunu bilmeden birden durdu. “Dur, eli boş çıkmaktansa bir demlik çay demleyip çıksam daha iyi olmaz mı, belki susamıştır “ diye düşünüp hemen geri döndü. Ocağın önüne gelip çay demlemeye başladı.

      “Evet, doğru! Bugün Cuma! O, babasıyla birlikte Cuma’ya gitti!” Çay demledikten sonra oğlunun evde olmamasını fırsat bilen annesi kimse var mı diye iki yanına bakındı. Bağın dışında küçük kızı Büviheliçehan oynuyordu. Annesi onu çağırdı. Kız tıpkı uçar gibi koşarak geldi.

      –Kızım ağabeyin burada mı, duyurmadan bak gel, tamam mı?

      Hemen koşturan kız, anasına haber getirdi:

      –Burada, gizlice baktım. Yazı yazıyor, benim çıktığımı da duymadı…

      Abduhaluk Uygur bekleme odasında çalışıyordu. Bu oda genelde serin ve sakin olup, şairin ilmi çalışmaları ve şiirle meşgul olması için yeterince uygundu. Doğuya bakan bir çift pencereden yeterli aydınlık düşüyordu. Yine pencereden görünen avlunun neredeyse tamamını kaplayan üzüm dallarının, gün ışığında parlayıp duran yeşil yaprakları serinletici rüzgârda ışıldayıp, zümrüt bir göl gibi gözünü alıyordu. Sabah akşam pencereden giren, üzüm kokularına doyan serin rüzgâr insanı mest ediyordu. Abdurrahman Mehsum’a tâbi bu geniş ailedeki gelin -kız, çoluk çocuğun hepsi birinci kattaki evlerde ve avluyu kaplayan ağaçtan kalkanın altında durduklarından, onların gürültü ve yaygaraları ev halkının gürültü patırtısı duyulmuyordu. Böylesi uygun şartlar şairin şiir çalışmaları için bulunmaz fırsatlar bahşediyordu.

      Şair çalışma masasını pencerenin yakınına koydu. Masanın üstünde divit -kalem, kâğıt, defter ve kurutma kâğıdı gibi nesneler düzenli bir şekilde duruyordu. Pencere nişinde her tür kitaplar -Arapça, Farsça, Türkçe ve Çince kitaplar, divanlar, bayazlar1, gazete -mecmualar sıralı idi. Şair bu dünyanın kargaşasından azade iş yerinde gece -gündüz kitap okuyor ve şiir denemeleri yapıyordu.

      Onun önünde biraz önce bomboş duran beyaz kâğıtlar bir anda yaratıcı bir emekle işlenip, şiiriyetin çeşitli çiçeklerine bürünen değerli el yazmalara dönüşüyordu. Bazı sayfalar rengârenk nefis güllerin açılıp bülbüllerin ötüştüğü gül bahçelerine benzerken, bazı sayfalar, binlerce, on binlerce kahramanın, yüksek cesaretle at salıp kılıç oynattığı, cengâverlerin savaş meydanını andırıyordu. Bazı sayfalar, ümitlerle kuvvet bulan arzu ve emellerin, deniz dalgaları gibi kabarışını aksettirirken, bazı sayfalar, keskin hicivlerle cehalet, nadanlık, hurafecilik gibi konulara kahkahalarla gülüyordu. Bazı sayfalar, müstebit ve zalimlere karşı başlatılan bir isyan, atılan bir kurşuna benzerken, bazı sayfalar, vatana, millete olan sevgi ve samimi sadakatin haykırışlarıyla doluydu. Bunların tamamı üstün bir gayretin ve güvenilir bir içtihattın mahsulüydü.

      Bu ne kadar değerli bir uğraş! İşinde bu kadar istekli, bu coşkun denizde yüzmeye alışmış olan ve bu alışkanlıktan bitmez tükenmez bir lezzet alan şair, meşgalesini nasıl bırakmak istesin?

      Niyaz Hanım bir elinde demlik, bir elinde piyale2 olduğu halde şairin çalışma odasına girdiğinde, yazıyla meşgul olan şair onun geldiğini hissetmedi. Annesi şairin arkasından usulca yaklaşarak gelip, biraz durup baktıktan sonra birden:

      –Yeter, oğlum, susadım da demiyorsun! dedi demliği masaya koyup.

      –Anne ne zaman girdin? dedi şair sıçrayarak dönüp. Başında durup sevecen gözlerle kendisine bakan annesine baktıktan sonra, “Büyük mutluluklar işe sıkı sarılmakla gelir” diyordu Abdullah Tokay, diyerek güldü.

      –Tövbe neler diyor! Ben ne zaman girsem, sen hayale sığmayacak şekilde yazıyor, çiziyorsun. Nasıl bitmez bir yazıymış bu? Bakıyorum, geceleri de ışık sönmüyor!

      –Anne bu sözlerine piyaleye çay koyarken devam etti.

      –Bu tükenmez yazıyı yazarken bu kadar kendini kaptırmasan, dinlenerek çalışsan!

      –Tamam, tamam anne, öyle yaparım!

      –Evet, oğlum, yazı yazıp usandığında, gözlerin yorulduğunda, birazcık dışarıya çık, bağlara girip serinle. Sokağa çıkıp dolaşsan, sonra yazsan da olur.

      –Anne! Dedi şair. Yerinden doğruldu ve ciddi bir tavırla bu şiirini okudu:

      Sıkıldığımda kalem en güzel sazım benim, Söyleyin bu ömür eşit değil mi han ile?

      –Yarabbi, ne hoş sözler bunlar! Sana hanlar gibi ömür nasip olsun! dedi anne gülerek.

      –Bekle, devamı var. –Şair şiirin sonraki mısralarını okudu:

      Gece gündüz uyku yok, vicdan azabı üstelik

      Halkı uyandırmak arzum her seher çığlık ile

      Anne bu şiiri anlayıp, biraz güldükten sonra durup, ciddi bir tavır takındı ve uyarıcı bir tonda:

      –Senin bu işlerine baban fazla rıza göstermiyor, dedi oğluna çay verirken.

      –Babamın razı olmadığını biliyorum, dedi şair şükranla çayını alıp.

      –Biliyorsun, babanın sözlerini biraz olsun dinlesen!

      –Ana