Hevir Tömür

Erken Uyanan Adam


Скачать книгу

verip görüştükten sonra, ona başköşeye oturmasını teklif ettiler. Fakat Törehan bacağının ağrımasını bahane ederek kapının yanındaki koltuğa oturdu ve hepiniz hoş geldiniz deyip hal hatır sordu. Sonra Abdülhaluk’a bakıp:

      –Evet, oğlum Abdülhaluk, seni büyük şair oldu diye duydum, diye söze başladı yarım yerleşmiş Özbek telaffuzuyla, Çinceyi herkesten iyi derecede okudu diye duydum, memnun oldum, tebrik edeyim diye girdim, sizlere zahmet vermedim değil mi?

      –Yok, hiç öyle olur mu, dedi konuklar bir ağızdan, biz de sizi iyi gördüğümüz için memnun olduk.

      –İnşallah, iyi mi duruyorum, dedi ihtiyar minnettarlıkla bakıp, biraz durduktan sonra sözünü devam ettirdi, -yaşlılıkta bacağımın ağrısı cefa vermese, sağlığım oldukça iyiydi.

      –Şimdi de iyisiniz, dedi Latif Efendi gönül alarak, -yazın altıncı ayın kumu şifa verir. Gömülseniz bacağınız iyileşirdi.

      –Kuma diyorsunuz? Birkaç yıldır işimiz bu, dedi ihtiyar cevap verip. Öyle de desek böyle de desek, Allah’a şükür yetmiş bu kadar yıldan beri bu iki bacağım iyi hizmet etti. Ağır gövdemi zahmet görmeden ne yana desem o yana alıp götürdü. Kazan, Petrograt’lara birçok defa götürdü. Semerkant, Buhara şehirlerini temaşa ettirdi. Harezmî çöllerini gezdirdi, en sonunda da Taşkent’ten kaldırıp kadim başkent Eski Turfan’a alıp getirdi. Yine de ağrımaz bacaklarmış… Velhasıl kelam, kuma gömsem de, gömmesem de ağrır. Eğer dili olsa, yetmiş bu kadar yıl ağır gövdeni taşıdım, bende daha ne hakkın kaldı dese yeridir. Allah’a şükür, şimdi de beni kaldırıp götürüyor.

      İhtiyar kendi sözünden hoşnut kalıp güldü. Diğerleri de gülüşüp, başlarını sallayarak ihtiyarın sözünü tasdik ettiler.

      –Ekber’den duyduğumda çok memnun oldum, diye sözünü devam ettirdi ihtiyar Abdülhaluk Uygur’a bakıp, -niçin dersen, Çince denen de bir çeşit dil, dil dediğin ilim ama kolayca öğrenilecek bir ilim değil. Nasıl, bu sözüm doğru mu?

      –Doğru, doğru söz, dedi misafirler bir ağızdan, dedenin sözünü kabul ederek.

      –Bir zamanlar ben de Çince öğreniyordum, dedi ihtiyar yeniden söze başlayıp, misafirler dikkat kesilip oturdular. Boş oturacağıma kendime bir meşgale edineyim dedim. O zamanlar Çince öğreneyim diye hoca buldum. Ona aylık beş ser gümüş vermek için anlaştıktan sonra, ders almaya başladım. Dilimin esnekliğini kaybetmiş olmalıyım, fazla ilerleyemedim. Öyle de olsa birkaç ay çalışıp bazı şeyleri öğrendim. Öğrendiğim kelimeler gittikçe çoğalıyordu, yazı sayısı fazlaydı. Bugün bakınca, önceden bildiklerimi şimdi bilmiyorum, yazdıklarımı şimdi okuyamıyorum. Aca-yip iş. Çincede satmaya “mey” denirken, satın almaya da “mey” deniliyor. Hepsinden ilginci, On’a “şiga” denirken karpuza da “şiga” deniliyor. Böyle olunca nasıl öğreneceğim diye aklım karıştı. Kısacası, Çinceyi öğrenmek kolay değil deyip bıraktım. Şimdi benim bilmek istediğim, böyle müşkül bir işi sen nasıl başardın, oğlum? Eğer gerçekten bu dili iyi öğrendiysen ben seni tebrik ederim!

      İhtiyarın ilgi çekici sözlerine misafirler gülüştü. İhtiyarsa gülmeden sözüne devam etti:

      –Çin dediğin kalabalık bir halk, tarihi eski, medeniyet zenginliği çok bir millet. Çinceyi öğrenmezsek, bu milletin tarihi, medeniyeti, coğrafyası ve başka ilim ve hikmetlerinden haberdar olamayız. Onun için Çinceyi iyi öğrenmek gerek.

      İhtiyarın sözü, hitap şeklinde duyuldu. O evdekilere tek tek bakıp devam etti:

      –Sen de böyle yaparak, sonunda bu dili öğrendin. Bunun için Barekallah! Sen şimdi bana cevap ver, bir zamanlar birileri Çince harf sayısı beş bine yakın diyorken, yine birileri sekiz bine yakın diyor. Şimdi senden öğrenelim, bunun hangisi doğru?

      Duyduklarınız doğru. Herkes kendi bilgisi ölçüsünde söylüyor dedi. Abdülhaluk Uygur cevap verip. Ama ihtiyar onun sözünü keserek sordu:

      –Hadi senden duyalım, Çince harflerin tümünün sayısı kaç?

      –Çin dilinin özel lügatleri var, onlara göre, harflerin toplam sayısı on beş bine yakın.

      –Ne dedin? On beş bin mi?! Abdülhaluk Uygur’un sözüne şaşıran ve afallayan ihtiyar tereddütle onun bunun gözüne baktıktan sonra devam etti, -bu kadar çok harfi bu halk biliyor mu?

      –Ben bizi okutan hocaya sordum, onun söylemesine göre, hepsini bilenler çok olmasa gerek, dedi Abdülhaluk Uygur anlatıp, -bin harf bilen yarım yamalak okuryazar sayılıyor, üç binden beş bine kadar bilenler orta seviyede olanlar. Âlim olanlar da kalan dört beş bin harfi çeşitli lügatlerden faydalanarak kullanıyor.

      –Bu dediğin… Bu çok karmaşık değil mi? Bir insanın aklına on beş bin harf nasıl sığsın?! –İhtiyar biraz düşündükten sonra, aniden başını kaldırıp Abdülhaluk Uygur’a bakıp şöyle dedi, -öyleyse sana soralım bakalım, sen kaç harf biliyorsun?

      Abdülhaluk Uygur zor duruma düşmüş gibi alnını silip, yanında oturanlara baktıktan sonra cevap verdi:

      –Tahminimce üç dört bin vardır.

      –Üç dört bin! Bu da az değil, çokmuş, iyi öğrenmişsin. Dünyada birçok kişi mektepte temel atıp, sonra çalışmasına dayanarak kemal buluyor. Sen de öyle yap, oğlum. Çalış olgunlaş.

      Söz sona ermeden bir anda avluya iki atlı girip, misafirhanedekilerin dikkatini dağıttı. Ekberhan avluya çıktığında ihtiyar da yerinden kalkıp:

      Ben de çıkayım, ikindi vakti geldi, dedi, asasını tıkırdatarak içeri avluya doğru yürüdü.

      Çok geçmeden Ekberhan Yemşili Tömür Şanyo7’nun oğlu Abdusemi Bay beraberinde girdi. Onun hizmetçisi dışarıda kaldı. Zevkine düşkün ve kibirli bu büyük toprak ağası misafirhaneye girer girmez göz açıp kapayana kadar kısaca gülüp, misafirlerle tek tek tokalaşıp görüştü.

      Beni davet etmemiş olsanız da duyup geldim. Gelmemde bir sakınca var mı, dedi? Her bir kişinin gözüne çivi gibi sokuldu. O güya evdekilerin gözlerinden kendi sorusunun cevabını bulmaya çalışıyordu.

      –Gelmen iyi oldu, dedi onlar gelen misafirin geri çevrilmeyeceğini bildiklerinden.

      –Aslında uyusam rüyamda da görmeyeceğim bir iş bu. Geç saatte haberim oldu. Gelmek istedim. Gelmeyeyim desem gönlüm razı olmadı, dedi o gösterilen yere oturma aralığında. Oturup Fatiha okuduktan sonra, sözünü devam ettirdi, kardeşim Abdülhaluk bayveççeyi8 Kadir Cengi’ye tercüman oldu Kuça’ya gidecek diye duydum. Bu söz doğru mu, kendim öğreneyim diye geldim. Kardeşim, sen gerçekten Kuça’ya gidecek misin?

      Bu söz Abdülhaluk Uygur’a öyle çirkin geldi ki, bunun yerine sopayla ona vurmuş olsa, o sesini çıkarmazdı. Abdusemi’nin sözlerinden tiksinip, vücudu titremeye başlayan şair kendini zorlukla sakinleştirdi.

      –Abdusemi ağabey, dedi hınçla, -canın çıkacak olsa bile, bana bayveççe, tercüman deme, Abdülhaluk Uygur de! Ben bu Uygur ismini, sana benzeyen kişiler adımı zikrettiğinde Uygur demeye alışsın, kendi milletlerinin Uygur olduğunu bilsin diye aldım. Sen bilmeden nasıl konuşursun? Ne zamana kadar böyle bir şey bilmeden yaşayacaksın? Milletin ne, denilse? Biz Çentu9’yuz deyip geçiyorsun. Bu doğru değil! Böyle yapma! Paka Bulak ormanlarını sahiplenerek, dünya bu deyip, çiftçilerin gücüyle dağlar kadar pamuk, susam harmanlarını kaldırıp, emek sarf etmeden zahmetsizce yaşarım diye düşünme! Dünyada nasıl işler, nasıl değişimler, nasıl ilerlemeler oluyor, bunları da öğren!

      –Ha ha ha…