Hevir Tömür

Erken Uyanan Adam


Скачать книгу

şairin sözüne karşılık verecek takat bulamayarak. –Olur, bundan sonra sana Abdülhaluk Uygur diye seslenirim.

      O kısa kısa gülüp bir söze başlamak üzereyken, avluya yeni misafirler girip, onların dikkatini üzerine çekti. Evdekiler gelenlerin Mehsutbay, Hesamidin Zuper, Mümin Efendi gibi kişiler olduğunu görüp, avluya çıktılar.

      Mehsutbay yaşı kırkı geçmiş, yapılı, kuvvetli, yuvarlak yüzlü, büyük gözlerinden akıl nurları saçılan, düşüncesi çevik bir kişi olup, bu yıllarda parlak bir eğitimci, terakkiperver bir aydın idi. O, medresede ve yeni okullarda okuduktan sonra, ticaret ve seyahatle Rusya’da Semey, Moskova, Leningrad’a kadar gitmiş, bakış açısı genişlemiş, aklı fikri açılmış, kendiliğinden Rusça öğrenip belli bir bilim seviyesine ulaşmış, bu zamanın önde gelen ceditçi aydınlarındandı. Feodalizm hükümranlığında dini hurafelerin zirveye ulaştığı cehalet devrinin kara perdelerini yırtıp atıp, engelleri yıkıp, terakkiyat yoluna adım atan Mehsut Muhiti halkı uyandırmak için 1913 yılında Kazan’dan eğitimci Haydar Efendi Seyrani10’yi davet edip, Turfan Astane’sinde ilk yeni fenni okul açan, sonraki yıllarda o yine okulun yetersiz kaldığını nazara alarak 1917 yılında Habibulla Efendi, Gülendam Avustey11, Eli İbrahim12, Hüsamidin Efendi gibi altı Tatar hocayı Moskova’dan (onlar Moskova Üniversitesini bitirmişlerdi) davetle Doğu Türkistan’a getirip, masraflarını kendisi karşılayarak; Çöçek, Guçun, Turfan şehirlerinde “Mekteb-i Mehsudiye” isimli okulları açıp, eğitim işlerini gözler önüne sermişti. Bunun için Mehsut Muhiti terakkiperverliğiyle ve eğitimciliğiyle mutlak nüfuz ve hürmet sahibi idi.

      Gelenlerin ikincisi orta boylu, yuvarlak yüzlü, gözleri parlayıp duran, yapılı, neşeli, genç Hesamidin Zuper olup o, bu yıllarda meşhur zengin Zuper Hacı’nın ticaret işlerini yöneten, alışveriş, ticari anlaşmalarıyla meşgul olup, geniş içtimai münasebetleri olan bir aydın idi.

      Gelenlerden uzun boylu, esmer, burun kemiği iri olan Mümin Efendi de yeni okullarda okumuş belli bir ilim seviyesine sahip, coşkulu, neşeli bir aydın idi.

      Hepsinden önce misafirhaneye giren Mehsutbay önceki gelenlerden, alçak gönüllülükle:

      –Sizleri beklettik, diye af diledi. Sonra Abdülhaluk Uygur’un gözlerine bakarak, uzun zamandır doğru dürüst konuşamadık değil mi, diyerek gülümsedi.

      –Doğru, öyle oldu, dedi Latif Efendi Mehsut Muhiti’nin maksadını anlayarak, ne zaman bir söze başlansa, yeni bir misafir gelip sözün belini kırıyordu. Hal böyle olunca sohbet gönülden geçtiği gibi olmadı.

      Misafirler oturup Fatiha okudular, kendi aralarında hal hatır sorup konuştular. Bu arada sofra örtüsü serilip, tatlılar, meyveler dizildi, ekmekler bölündü, çaylar koyuldu. Sofra zengindi. Mehsut Muhiti çay içip otururken kendi arzularından söz açtı:

      Birkaç gün önce Çin’in yirmi dört tarihi hakkında söz başlayınca, misafir gelip sözü kesti. Benim bu yirmi dört tarih hakkında Moskova’da bir Rus tarihçiden duyduğum bazı şeyler çok ilgimi çekmişti. Şimdi de öyle ilgimi çekti, dedi o sofra üstündekilere göz atarak.

      –Bizim tarihimizi Ruslar nasıl biliyor? –dedi Abdusemi Bay acelecilik yapıp. O güya yerinde bir söz söyleyip söylemediğini anlamak için onun bunun gözüne baktı.

      Mehsut Muhiti ona soğuk bir bakış attı ve fikrini söyledi:

      –Çin’in yirmi dört tarihi dünyada meşhur olan bir tarihtir. Bu tarihi yalnız Ruslar değil, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar dahi çok araştırıyor.

      –Biz neden öyle yapmıyoruz, dedi Abdusemi yine aceleyle.

      –Okumazsan neyi araştıracaksın, dedi Mümin Efendi sertçe çıkışıp. Başta Mehsutbay bütün herkes alayla karışık bir tutum sergiledi. Okuma yazması olmayan Abdusemi bu zor durumdan kurtulmak için gözlerini insanların gözlerinden kaçırıp o yana bu yana bakıp, bıyıklarıyla oynamaya başladı. Ama Mehsutbay fırsatı kaçırmadı:

      –Senin, bizim gibi zengin çocukları zenginliğine güvenip okumuyor. Fakir çocukları gücü yetmediği için okuyamıyor. Böyle olunca, birçok insan eğitimsiz kalıyor, okuma yazması olmayan bir vatanın kaderi nasıl olur?! Bizdeki en büyük mesele işte bu, dedi elindeki piyaleyi sofraya koyup, aramızda okuyan yok mu dersen, var. Mesela, dini eğitim alanları ele alırsak, onlar yalnız dini işler için okuyor. Çince okuyanlarsa, memur olmak, hiç olmazsa tercümanlık veya kâtiplik yaparak geçimini sağlamak için okuyor. Onların tarihle ilgisi olmuyor. Sonuçta birçok meseleden bihaber kalıyor. Bana gelince, Çince bilmediğim için bende birçok meseleden haberi olmayanlar arasındayım. Gerçi az çok Rusça öğrendiğim için, Çin’in yirmi dört tarihi hakkında bir Rus hocadan az da olsa malumat alıp, ilgilenmiş olsam da, yine Çinceyi bilmediğim için, ondan doğrudan doğruya faydalanma imkânından mahrum kaldım. Mehsutbay heyecanla devam etti, şimdi herkes onun ağzına bakıyordu. Genç şairimiz Abdülhaluk Uygur Çinceyi iyi okudu, Yirmi Dört Tarih’ten de faydalandı. O önceki gün sözü tarih sayfasından açmıştı, eve yeni misafirler gelip sözü kestiler. Böyle olunca ben merakta kaldım. Şimdi biz şairin ağzına bakıyoruz. Bize yine biraz tarih anlatsın.

      –Anlatsın, dedi hepsi bir ağızdan, o anda herkesin bakışı şaire yöneldi. Bundan biraz rahatsız olan şair çabucak kendini toparlayıp:

      –Geçmişte, diye söze başladı kalabalığa göz gezdirip.

      –Çince’ye biraz hâkim oldum, birçok cenk-name kitabı gördüm. “Su Boyunda”, “Garba Seyahat”, “Üç Padişahlık Hakkında Kıssa” gibi birçok kitaplar okudum. Bir gün elime “Hanname” diye adlandırılan bir tarih kitabı geçti. Bu da ilgimi çekti. Çin beş bin yıllık medeniyet tarihine sahip kadim bir devlet olduğundan, eskilerin yazıp bıraktığı tarihi eserler oldukça fazla. Mesela, Hen Vudi denen padişah zamanından başlayarak Çin hanedanı devri boyunca yazılan Yirmi Dört Tarih birkaç yüz ciltlik kitaptır. Ben o kitapların hepsini okuyup bitirebilir miyim? Göreyim desem de bu kitaplar Turfan’da yok. Benim elime geçen “Hanname” isimli kitap işte bu Yirmi Dört Tarihin yalnızca bir kısmı. Ben “Hanname”nin “Hunlar Tezkiresi” kısmını büyük bir iştiyakla defalarca okudum. Onda yazılana göre, milattan birkaç yüzyıl önce “Hun” diye adlandırılan göçmen, hayvancılıkla uğraşan halklar kuzey ve batı bölgelerde kudretli bir devlet kurmuşlardır. Onlar Orta Çin’deki Çin padişahlarıyla bazen ittifak yapıp dost geçinirken, bazen de savaşıp düşman olmuşlardır. Hunlar hayvancılıkla yaşamlarını sürdürdükleri için, at binme, avcılıkta mahir bir halktı. Onların büyük imparatorları ve meşhur padişahları vardı. En büyük padişaha “Tanrıkut” diyorlardı.

      –“Tanrıkut” demek bizim “İdikut” dememize benziyor, dedi biri araya girip. Şair sözüne devam etti:

      –Hunların dilinde “Tanrı” demek “Gökyüzü” veya “Allah”, “Kut” ise “Baht” demek olup, “Tanrıkut” denen söz “Allah vergisi baht” demekti. Onlar padişahlarına bu yüzden çok saygı gösterirlerdi…

      –Aman Allah’ım, bunlar bizim hiç bilmediğimiz şeyler! dedi Abdusemi heyecanını bastıramayarak. Yanındakiler ona “sakin ol” der gibi bakıştılar. Şair sözünü sürdürdü:

      –“Hanname”deki Batur Tanrıkut’un tezkiresi beni fevkalade cezp etti. Batur Tanrıkut denen Tuman Tanrıkut’un oğludur. O babasının yerine tahta çıktığı vakitlerde Tunguz denen bir halkın çok güçlü bir devleti vardı.

      –Başka adı var mı, onlar hangi millet? –dedi Abdusemi yine söze karışıp.

      –Onlar Hunlarla komşu olan, kendi hâkimiyeti,