Ekrem Barak Arıkoğlu

Çağdaş Hakas Edebiyatı


Скачать книгу

duyamayınca, konuşan kişinin üzüldüğünü anlayıp inliyor. Onu tanırmış gibi selamlaşıyorlar. Yer verip oturtuyorlar. Birçok köyü geçiyorlar ve tanıdık dağlar görünmeye başlıyor. Toğır Çul köyü artık daha yakın. Yaşlanıncaya kadar yaşadığı köyüne yaklaşmasına, insanların ona sevgi göstermesinden ihtiyarın gönlü açılıyor. Konuşacağı şeye insanların inanmayacağını bilmesine rağmen, en kıymetli düşüncesini söylemeden rahat edemiyor:

      “Toray geldi herhalde.” diye yanında oturan genç, çocuklu kadın duyacak şekilde hırıltılı bir sesle konuşup göz ucuyla, şüpheyle bakıyor.

      “İnanmadın mı?”

      “Kim kim?” diye önüne dönmüş güzel elbiseli kadın soruyor.

      “Toray… Savaşa gitmişti ya… Benim oğlum!”

      İhtiyar, ağzını biraz açarak, kadına kızarmış göz kapakları sulanarak bakıyor.

      “Savaşa, hangi savaşa?” diye tekrar soruyor genç kadın.

      “Stalin zamanındaki, nasıl böyle büyük bir şeyi nasıl unutursunuz?” diye çıkışıyor ihtiyar.

      O sırada durumu anlayan yanındaki yolcu, konuşan kadını dirseğiyle dürtüyor. Diğerleri göz kırpıyorlar, elleriyle işaret ediyorlar çoktan aklını yitiren ihtiyarı. Bunu anlayan ihtiyar hüzünleniyor. İnsanların hâlâ çok şeyi anlamamalarına ve sadece kendilerini düşünmelerine içerliyor. Ondan sonra da yol çok uzun ve ıstırap verici oluyor.

      Sarı boyalı otobüs, aniden durup ardından yükselen kara toza büründüğünde, kapıları gürültüyle açılıyor, dağınık uzun kara saçlı oğlan ve kırmızı elbiseli kadın çabucak iniyorlar. Sarap ihtiyar da kapıya doğru ilerliyor. Otobüsten inmeden önce, bastonunu yere düzgünce koyup önce bir ayağını sonra ikincisini atıyor. İlerleyip bir iki adım atana kadar, otobüs çoktan kapılarını kapatıp sağır edici bir sesle gürleyerek ilerleyip gidiyor. İhtiyar etrafına bakınıyor, bir an nerede indiğini anlayamıyor. Köy büsbütün değişmiş. Tanıdığı dökük, kabukla kaplanmış, bazılarının çatısı olmayan çıplak evlerin yerinde nakış kapılı, yüksek ak çatılı, yeni evler renklenen fidanlar gibi duruyor. Fakat köyün en ucundaki seyrek kavakları görünce, köşelerinden düğümlenmiş dağarcığını arkasına çabucak atıp heyecanla yürümeye başlıyor. Kuru yolda bastonu tıkır tıkır ediyor, büyük, kara yepyeni botları yere sürünüyor.

      İhtiyar sırtındaki yükünden ve sıcağa göre giydiği uzun paltosundan ter içinde kalıyor. Yüreği dayanamayacak gibi çarpıyor. Bir anda duruveriyor, hırıltılı nefesini hızla dışarı koyuveriyor. Göğsünü bastonuna yaslayıp cebinden bembeyaz bir mendil çıkarıp silkerek açıyor. Mendille ak saçlı başını, sonra boynunu sıvazlayıp göz kapaklarından taşar gibi olan gözlerini itinayla ovalayıp, iniltiyle öksürüyor. Gözleri kararıyor. Epeyce soluklandıktan sonra ak mendilini eskisi gibi düzgünce katlayıp cebine koyuyor. Çoktan kaybettiği bir şeyi bu köyün ucundaki yüksek kavaklarda görüp bulmuş gibi oluyor. Yapraklar güneşten parıldıyorlar, sanki şarkı söyleyip ona sesleniyorlardı.

      Onların önündeki evin çatısı, pencereleri görünmeye başladı. O kavaklar, alçak kırık dökük çatılı ev Sarap ihtiyarın. Evi gençliğinde kendi elleriyle yapmıştı. O evde karısı Hızina beş oğul ve bir kız doğurmuştu.

      Beş oğlunun beşi de Büyük Savaşa gitmişti. Arap, Markis, Karapin ve Kabris oğullarından, öldüler haberi gelmişti. Küçük oğlu Toray, savaş bitince, yazın eve mutlaka dönerim diye beş kez mektup yazıp geri dönmemişti.

      “Toray’ın yolu geçilmez olup engel çıkmış olmalı, geçen yıl gelemedi, bu yıl gelecek.” diye ihtiyar Sarap yıllarca beklemişti. Güçleri yettiğince karısıyla birlikte hep beklediler. Güçleri tükendiğinde ise kızlarının yanına gittiler. Damatları Kris, sakin karakterli biriydi. Çobanlık yapıyor, çok çalışıyordu. Yaz geldiğinde, ihtiyarın yüreği kabarıyordu. Bazen dayanamayınca karısını alıp birlikte kayboluyorlardı. Sonra yaz bitince tekrar kızıyla damadının yanına dönüyorlardı. Bu durum karısı hastalanıncaya kadar sürdü. Hastaneye yatırdılar. Daha önceleri Sarap’ın azığında Toray için yağ peynir olurdu, şimdi ise sadece sert kuru ekmekler ve ballı çöreklerden başka bir şey yoktu.

      Yol kıyısında birileri duruyordu.

      “Ey, Hüda!” diye mırıldanan Sarap ihtiyarın küçük kardeşinin gelini Payusa idi. Çite yaslanmış duruyordu fakat Sarap, geline cevap vermeyerek geçip gitti.

      “Toray’ın babası nasıl?” diye gelin arkasından seslendi. Payusa’nın sesi kısık çıkmıştı. Ördek gibi paytak paytak koşarak gelip ihtiyarın koluna girdi.

      İhtiyar, kül içinde kirlenmiş gibi gri renkli gözleriyle bakıp elini uzattı. Sonra elini yeniden bastona dayayıp yüksek sesle öksürdü. Çenesindeki sakalını kımıldatıp, gözlerini dikerek bakıp sesli kopuz telinin inlemesine benzer bir sesle konuştu:

      “Payusa gelinim mi bu?”

      “Evet, benim ben, Toray’ın babası. Payusa.”

      Gençliğinde bir hastalıktan ölen Ohçın kardeşinin oğlu Sıbos’ın karısı karşısında duruyordu. Sıbos, yetim büyümüş ve savaştan dönememişti. Payusa ise gençken kocasız kalıp şimdiye kadar dul yaşamıştı. İhtiyarlamıştı ama kapkara gözleri hâlâ çok güzeldi.

      “Sıbos geri dönmeyecek.” dedi. “Tıpkı Toray gibi.” diye ekledi. Böyle konuşmasından Sarap korktu. Payusa’yı gördüğüne sevinemedi ve yürüyüp gitmek istedi ama kavaklı sahipsiz eve doğru yürümeye de üşendi. Ev, buradan çok uzak değildi. Tepede onu bekliyordu.

      “Payusa gelinim, seni iyi gördüm. Haydi artık bana müsaade. Eve ancak varırım.” diyerek kolunu çekti ama Payusa onu bırakmadı.

      “Toray’ın babası dur. Bize gidelim de sana çay yapayım. O ıssız evde ne yapacaksın ki, tek başına?” diye ısrar etti.

      İhtiyar, ıssız evine doğru baktı. Kavaklar ve alçak çatılı ev parıldıyordu. İhtiyarın ağzı açılıp kımıldandı. Gözleri sulandı. Dilini titretip bir nefeste:

      “Toray gelmedi mi?” diye sordu Payusa’ya. Payusa’nın cevap vermesini çenesi titreyerek bekledi. Sonra da telaşla ekledi:

      “Yoksa gelmek üzere mi?”

      “Aman Tanrım!” diye kendi kendine mırıldandı Payusa. Gözlerine yaş doluvermişti. Baş örtüsünün köşesiyle gözlerini silmiş, cevap vermeden sessizce ihtiyarla birlikte yürümüştü.

      Kavakların üzeri sığırcıklarla dolu uğuldaşıp cıvıldaşıyorlardı. İhtiyar börkünü çıkarmış, başını sonra yanağını sıvazlayıp, elini bastonuna dayamış, “işte geldim” der gibi kavaklara bakıyordu.

      Evine ulaşmasına, kavaklardaki kuşların böyle uğuldaşarak onu karşılamasına mutlu olmuş, evin önündeki çalılara ben geldim dercesine bastonuyla hafifçe vurmuştu. Güneşin sıcağından, kışın soğuğundan sertleşen bahçedeki gri çıkrığı geçerek kapısına varmıştı. Bir şeyler mırıldanıp anahtarı çevirmiş kapı ardına kadar açılıvermişti.

      Payusa, ihtiyarın ardından girmek için bekledi.

      “Kimse var mı?” diye sertçe seslendi ihtiyar. Bastonuyla masayı, sobayı, uzun koltuğu, kap kacak raflarını karıştırdı. Başköşedeki bölümün kapı penceresinin kanatlarını salladı, öylece çivilenmiş duruyordu kanatlar… .

      “Kimse var mı burada?” diye yeniden seslendi ihtiyar.

      “Tanrım Tanrım!” diye mırıldanarak Payusa,