ihtiyar tek tek oğullarının gözlerine bakıyor. Sonra pencere eşiklerine, yatak altına duvar çatlaklarına bakıyor. Sanki oğullarını orada bulacakmış gibi bakıyor.
Sarap ihtiyar, salon altındaki bodrum kapağını kanırtarak çekip açtı. Aniden eski bir koku yayıldı. Payusa korktu. Sarap ihtiyarla bodrum katına indi. İki kez kibritini yaktı sonra bir şeyden boğulur gibi öksürdüler. İhtiyar o arada kapaklı eski ağaç bir kap ve çizme kalıplayacak bir ipi aldı ve gelinle birlikte geri çıktılar. İhtiyarın omzuna örümcek ağı yapışmış. Payusa ne yapacağını bilemedi. İçerden gelen rutubet ve küf kokularından bir an evvel kurtulmak istercesine bodrum kapağını çabucak kapatıverdi. Fakat yüreğinin kalkmasını engelleyemedi hızla dışarı çıktı. Baltayla kıymıklanan kütüğün üzerine oturdu.
İhtiyarın evdeki tıkırtısı işitiliyordu. Kapıya çıkıyor. Biraz durup ardına bakıyor telaşla ahıra, oradan tekrar eve giriveriyordu.
Bir süre sonra bağırmaya başladı.
“ Toray’ı evde göremedim.”
Elinde sıkı sıkı tuttuğu kapaklı eski ağaç kap ve çizme kalıplayacak ipi, Payusa’nın oturduğu kütüğün yanına güzelce koydu.
“Bunu tutuver, gelinim.” dedi. Payusa güçlükle konuşarak:
“Haydi bize gidelim Toray’ın babası.” dedi. İhtiyarın aklını kaçırdığını düşünüyordu. İhtiyarın getirdiklerini tiksinerek alıp ayağa kalktı. Evden kaçar gibi hızlıca yürüdü. Ardınca, hırıltıyla Sarap ihtiyar geliyordu. Gözleri kızarmış, çürük kokusu yayarak mırıldanarak geliyordu. Payusa, durup onu kolundan tuttu. Kendi kendine nefes alarak içinden konuştu:
“Vay, ihtiyarım! Nasıl kendini kaybettin. Yoksa yolculuktan mı böyle yoruldun sen?” diye ihtiyarla konuşmaya başladı.
Sarap’ın eli zincirlerle bağlanmış gibiydi sanki. Sadece oğlu için çarpan yüreği rahat vermiyordu zavallı ihtiyara. Ne kadar da yiğit idi, yaşlanıncaya kadar kolhozun yılkısını otlatmıştı. Yabani atlara eyersiz binerdi. Şimdi… İkisi birlikte bir evin duvarına dayanıyorlar, başkasının arkasına dolanıyorlar, nihayet Payusa’nın evine ulaşıyorlar.
Akan su boyunca uzanan köy, nehrin ağzındaki dar yerden başlayıp, su boyunca dolanarak aşağıya doğru iyice genişliyordu. Köyün karşısında, suyun yamacında zirveli Kirim diye bilinen dağ duruyordu. Su yukarıda, o sarp kayalarda bitiyordu. Sarp bir kayanın çıkıntısı, suyu Sarap ihtiyarın evine doğru koşturur gibi uzatıyordu.
Köyün hemen dışında, tepede dörtgen çit içinde yüksek bir ak taş duruyordu. Üzerinde kızıl camdan yıldız. Etrafı kalın zincirle çevrilmiş. Bu da insan eliyle yapılan kurgan, fakat başkalarına benzemiyordu. Uzaktan güneşte parlayıp ağarıyordu. Yakınlaşınca yüzeyleri yazılarla doluydu. Orada insanların soyadları. En üstünde: “Sizleri hiç bir zaman unutmayacağız.” yazıyordu. Diğer yüzünde Rusça: “1941-1945 yıllarında Ata yurdumuz için büyük savaşta ölenler hiçbir zaman unutulmayacak.” yazıyordu.
Bu mermerde yetmişten fazla kişinin adı soyadı betona kazılmıştı. Onların arasında Sarap ihtiyarın beş oğlunun da adları var; “ Arap, Markis, Sarapin, Kabris, Toray.”
Payusa ile Sarap burada çok durdular. Ses yok. Ordaki isimlerin hepsini tanıyorlar. Mezar anıtın etrafını çevreleyen zincir rüzgâr estikçe onların yerine nefes alır gibi sallanıyor. O sağır ses, uzaktaki kişilerin çığlığını, yılları ve dağları aşarak rüzgârla alıp buraya getiriyor. Bu ses o kadar uzak ve o kadar yakın. O sağır bir ses.
Payusa, Sarap ihtiyara anıt mezarın üzerinde yazılı olan Toray adını göstermek istemiyor. Biliyor ki Toray’ı öldürmüşsünüz diye çok kızar.
Koluna girip onu oradan uzaklaştırıyor. Nihayet Payusa’nın evine varıp masa başında saygın bir misafir olarak oturuyor. Payusa gelin, yakında oturan kocasının akrabalarını çağırdı. Yemek hazırlayıp ikramda bulundu. Kocasının akrabaları toplanıp böyle sohbet ettiklerinde, Payusa’nın içi açılıyordu. O, büyük evi idare ediyor, kayınpederi Ohçın’ın ve onun oğlunun öğrenimini yaptırıyordu.
Sarap ihtiyar, en büyük misafir olduğunu anlayıp parlak kalay vurulmuş eski bakır tencere gibi parlayıp oturuyordu. Seyrek keçi sakalını bazen birine bazen diğerine döndürüyor fakat konuşmanın ne hakkında olduğunu anlamıyor, dinlemek için de çaba harcamıyordu. Aklı başka yerdeydi. Bir şey sorduklarında cevaplıyor sonra da susuyordu. Bu yüzden akrabaları, Sarap dedelerinin kulağı çok sağırlaşmış diye aralarında konuştular. İçlerinden bazıları ihtiyarı çok bunamış buldular.
İhtiyar ise, eski günlerine gitmişti. Şimdi o, evlendiği zamanı görüyor. Yedi kardeşini tek tek karşısına diziyordu. Kardeşlerinden üçü gözünün önünde çiçek hastalığından tek tek ölüyorlardı. Kocasız kalan kadınlar birine kölelik edip yaşıyorlar, Sarap ihtiyara gözlerini dikip soruyorlardı. Payusa niye bizim gibi değil diye. Payusa gelin kocasız olsa da hâlâ evin hanımıydı. Misafir ağırlayıp duruyordu.
Yanında oturan Tireek ve Todıl, Kerim kardeşin oğulları. Kerim kardeş Todıl oğluyla birlikte savaşa gitmiş dönememişti. İkisinin de çocukları vardı. Sarap’ın da oğlu. Toray gelse her şey daha tamam olacak yoksa oralarda evlenip çoluk çocuğa mı karıştı? Merhametsiz! İnsan bu zamana kadar bir haber vermez mi? Evlendiği kişi Rus da olsa getirsin. Buraya gelirlerse, kendi dillerini öğrenirler. İhtiyarın gönlü açıldı. Hafifçe gülümsedi.
Diğerleri konuşmaya dalmışlardı. Tireek kardeş annesine çok benziyordu. Onun gibi sessizdi. Çok konuşmuyordu. Sovhozda işçi olarak çalışıyordu. Şişmanlamıştı. Büyük yuvarlak burnu kızarmış, gözleri şiş kapaklarından duvar arkasında saklambaç oynarken bakıveren çocukların gözlerine benziyor, parlayıp duruyorlardı.
“Ben Sarap büyük babamın çocuklarının hepsini biliyorum. Ne iyi oğlanlardı.” deyip, Tireek bu konu hakkında konuşmak gerek der gibi etrafına bakındı. Karısı Kara, ördeğinki gibi kabarık dudağını ileri çıkarıp mırıldanıp yeninden çekiştirdi.
Akrabalar Tireek’in sözlerine dikkat kesilmişler fakat ses çıkarmayarak Sarap ihtiyara doğru bakışmışlardı. İhtiyar sözleri anlayamamıştı.
Tireek de konuşmasını uzatmak yerine susmuştu. Şimdi durduk yere ihtiyara ölen oğullarından bahsetmek ne yersiz bir davranıştı. Utandı. Karısını sarsıp ağlamaklı oldu. Oturanlar Tireek’e ters ters baktılar. Onu ayıpladılar. Çıtkırıldım Tireek hava alma bahanesiyle dışarı çıktı. Kaçtı. Kapıyı gürültüyle kapattı.
Hepsinin huzuru kaçmış, söyleyecek söz bulamamışlardı. Payusa, burnunu çekip gözlerini sildi. Onu teselli etmeye çalışan Tireek’in karısı konuştukça Payusa daha çok ağlamaya başladı. Payusa yirmi yaşına ulaşmadan kocasız kaldı, evini bırakmadı. Burada yaşlanıyor. Sıbos’ı bekliyor. Kocasını beklemesi, gelmesini umması dipsiz bir kuyunun dibine ulaşmaya benziyor. Durum sadece bu da değil, Sarap ihtiyar da nasıl mücadele ediyor; Payusa yenge Sıbos’ın yaşadığına nasıl inanıyorsa o da Toray’ın yaşadığına inanıyor.
Aniden Tireek gürültüyle kapıyı açıp içeri bağırarak girdi. Gözleri yuvalarından çıkmış elini kolunu sallayarak dışarıyı işaret ediyordu.
“Ateş, ateş yanıyor!”
“Ne yanıyor?”
“Orada! Sarap büyükbabamın evinde!”
“Yoksa, Toray mı geldi?” diye vızıltıya benzer bir sesle bağırdı Sarap ihtiyar.
“Toray?!