Akil Abbas

Dolu


Скачать книгу

eserde çok çeşitli plânlar vardır ve hiçbiri münferit olarak düşünülmemiştir. Onlar manzarayı, olayları çok iyi bilen ve onun içinde olan güzel bir yazarın eseridir. Bu sebeple bütün plânlar bir bütün teşkil etmektedir.

      Eseri okuyup bitirince ondan doymadığını hissediyorsun ve etkisi sürüp gitmektedir. Bu da Akil Abbas’ın bir edebî yöntemidir. Bana göre nitelikli edebiyat, ne kadar inceliklere yönelse de, ne kadar tahlilci olsa da içtepilidir (empülsiv). Yani, düşünülen yeri geldiği anda söylenmeli ve yazılmalıdır. Sonradan yazılabilecek veya bunu devam ettirebilecek bir eser de yazılabilir, Akil Abbas da yeni bir eser yazabilir, ancak o bambaşka bir eser olur. Çünkü “Dolu” tam anlamıyla bitirilmiş bir romandır. Başı ve sonu arasında bir ahenk vardır. Hayat önce ne idiyse, sonunda da aynı duruma dönüyor, ortada yalnızca Karabağ yoktur. Ağdam’ın yerine Çadır Şehirleri ikame edilmiş, ancak önceki ilişkiler artık yok olmuştur, lakin o ilişkilerin yavaş yavaş kendi yoluna düştüğü de hissedilmektedir. Yani At Belinde Olan Adam’ın oğlu babasından tamamen ayrı ve yeni bir davranışla kendini gösteriyor, sen de okuyucu olarak bu ilişkilere uymaya mecbur oluyorsun. Kahramanlık bu defa cephede veya Karabağ’da değil, hapishanede satranç oyununda kendini gösteriyor. Yani Ağdamın yiğidi kendi yeteneğini bu defa satrançta gösteriyor.

      Eser dar bir manzara ile başlıyor, yani Dünyanın En Zengin Şehri ile. Oradaki bütün manzarayı gözler önüne seriyor. Oraya gelen misafirlere kadar herkes kendi simasını sunuyor, kısaca dar bir Karabağ manzarası karşınıza çıkıyor. Sonra tecavüzler, karmakarışıklık, ahenksizlik, bunun oluşturduğu mücadeleler ve sonuçta Karabağ’ın kaybedilmesi… Kahramanlıklar, ardınca aynı bölgeye olan yaklaşım, dedikodu seviyesinde izah edilen ve Karabağ’ın, Karabağlılar tarafından savunulmaması, düşmana verilmesi… Büyük bir enerji ile Karabağ karakteri meydana getirilse de yazar o devirde Karabağ’ın savunulmasının imkânsızlığını gözler önüne seriyor. bütün bu konuları Akil Abbas bir yazar üslubu ile, vasıtacılık yapmadan işin içyüzünü ortaya çıkararak manzaranın, karakterin kendi ölçüsünün boyutunu takdim ediyor. Bu da, okuduğun şeyin hafızanda yer etmesini sağlıyor. İnsan kendisini olayların içinde zannediyor. Tenkitlerdeki, diyaloglardaki sözleri duyuyor gibi oluyorsun; doğal olarak bu da, bir yazarın tecrübesini ve gözlem yeteneğinin ürünüdür. Eserin sona ermesini takip oldukça geniş bir manzara insanın gözü önünde canlanıyor. Okuyucu bu dünyanın En Zengin Şehri’nin mahiyetini her anlamda tasavvuruna getirebiliyor ve neyi kaybettiğini çok iyi anlıyor.

      Romanda özellikle vurgulanacak yön bana göre şudur: Yazar, kimseyi suçlu olarak görmüyor ve suçlamıyor. Kesin olarak bir gücü karşısına almıyor, göz önünde yalnızca bir manzara canlandırarak “Manzara bundan ibarettir” diyor. Hiçbir düşünce ileri sürmeden manzarayı olduğu gibi sunuyor. Bu da, doğru anlamda edebiyat demektir. Olayları günümüze taşımaması ve devam ettirmemesi önemli bir olgudur. O devri bütün gerçekleriyle birlikte yazarak, Karabağ’ın kaderinin devletin elinde olduğunu gösteriyor. Yazarın işi burada bitiyor ve konuyu devletin yetkisine havale ediyor. Eğer bu devri de yazmış olsaydı (Evet, eserde bazı göndermeler vardır. Örnek olarak Merhum Devlet Başkanımız Haydar Aliyev’e karşı yaklaşım, onun fikirleri vs.) eser ister istemez siyasî bir anlam kazanabilir ve edebiyat eseri olarak algılanamazdı.

      Eser gerçekten tarifi imkânsız bir güç, istek ve samimiyetle kaleme alınmış. Bu konuda her türlü sahtekârlık edilebilirdi. Akil Abbas’ın bunlardan bir tanesine bile itibar etmemesi onu son derece başarılı kılmıştır. Eser, halkın ruhunu ifade ettiği için halka aittir. Romanı okuduğum zaman hem Akil Abbas’ın yazarlık anlayışına, hem de esere bir özgeçmiş olarak yaklaşımına hayran kaldım. Eserin bir Karabağname olarak yazıldığı, halkın yazdığı edebiyatın “Karabağname”si olduğu inancına kapıldım. Bu eseri ben son derece başarılı, samimî ve büyük bir genelleştirme ile tamamlanmış estetik bir örnek olarak kabul ediyorum. Bu sebeple de yazarı tebrik ediyorum.

      Üzerinde gözyaşlarından başka hiçbir şeyi olmayan şehit analarına bağışlıyorum.

      I. BÖLÜM

      Gece yarısını az bir zaman geçmişti. Boğucu bir sıcaklık vardı ve böylesi bir sıcaklıkla sık karşılaşmayan şehir bunalıyordu. Tek bir yaprak bile kımıldamıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yorulmuşlardı. Aniden bu bulutsuz, açık, boğucu sıcaktan yıldızları da yorulup göz kırpmayan gökler birden bire gürüldeyip Dolu1 nasıl vurduysa şehir irkilerek uyandı… Ve uyanır uyanmaz da kendini dışarıya dar attı.

      … Her dolu yağdığında bu şehirde davullu zurnalı düğün dernek oluşurdu, elbette davulu ve zurnayı da dolunun kendisi getirirdi. Ancak dolu bağ bahçeye de, otomobillere de, pencerelerin camlarına da, fakirlerin fukara damlarına da, dışarıda yakaladığı insanlara da zarar vermesine rağmen halk yine de onu sevinçle karşılardı. Dolunun yağması beş veya on dakika sürse de bu kısacık zamanın tadı lezzeti damaklardan uzun müddet silinip gitmezdi.

      Hasretle beklenen dolu başlar başlamaz davul ve zurnanın sesini duyar gibi herkes sevinçle dışarıya koşuşurdu. Dışarıya çıkar çıkmaz da dolu tutmayan bir tarafa sığınır, doluyla birlikte yayılan eşsiz baldıran kokusunu andıran bir kokuyu büyük bir hazla ciğerlerine çekip keyiflenir, avuçlarını dolunun geldiği göklere doğru tutarak bulutların arasından süzülen Tanrı ışığının seyrine dalarak, binaları, toprağı, ağaçları, pencereleri dövmesinden oluşan ve Tanrı’dan başka hiçbir bestekârın besteleyemeyeceği olağanüstü bu musikiyi dinlerdi.

      Küçükler ise büyüklerin kızmasına, bağırıp çağırmasına bakmaz dolunun altında sevinçle zıplayıp durur, avuçlayarak topladıkları bu küçücük buz parçalarını birbirine fırlatır, arada bir de ağızlarına atarak şekerleme gibi emer, dolunun keyfini çıkarırdı. Geceleri de anneleri kaba etlerine tokadı yapıştırarak sırtlarına bardak atardı.

      … Gece yarısını biraz geçmişti. Boğucu bir hava hâkimdi ve böylesi bir sıcaklığa alışmamış şehir bunalıyordu. Yaprak dahi kıpırdamıyordu. Azıcık meltem oluşturan çınarlar da çırpına çırpına yorulup takatsiz kalmıştı. Aniden bu bulutsuz, açık, sıcaktan yorulup yıldızları da göz kırpmayan gökler, birdenbire nasıl gürleyerek dolu yağdırmaya başladıysa şehir de ani olarak irkilip uyandı… Ve uyanır uyanmaz da kendini dışarıya attı.

      …Ancak Dolu’nun sevincini tatmaya, getirdiği soyulmuş baldıran kokusunu ciğerlerine çekmeye, Tanrı’dan başka hiçbir bestekârın besteleyemediği bu olağanüstü musikiyi dinlemek için değil. Çocuklar bu Dolu ile oynayamıyordu, ağızlarına atıp şekerleme gibi ememiyordu. Bu Dolu’nun musikisi de insana haz vermiyor, beyinlere dolu gibi çarparak ruhunu eziyordu. Gökten dolu değil, Azrail yağıyordu. Kimi nerede yakalıyorsa orada da pençesine alıp eziyordu.

      Sambocu Eldar’ı da gece nöbetinden döndüğü zaman Lenin Parkının başında yakalamıştı. Sabah görevine çıkan birliğin askerleri itfaiye arabasının da yardımıyla parça parça olmuş uzuvlarını bin bir güçlükle toplayabilmişlerdi. Ses sanatçısı Barat’ın eşini evin içinde hem de uykunun en tatlı anında yakalamıştı. Kendilerini kaybettiklerinden alelacele onu hastaneye ulaştırdıklarında kadının sağ kolunun evde kaldığını fark etmişlerdi. Elde edebildiğini içerek yatağına kalas gibi kapaklanmış Sarhoş Çapay sabahleyin uyandığında evin tam ortasında parçalanmamış bir dolunun saplandığını görerek:

      –Bunu kim yolladı be!?-demişti.

      Herkes bu Dolu’dan kurtulmak için başını alıp nere geldiyse kaçmak istiyordu. Arabası olanlar