âdem eti yiyen vahşiler var, ne de canlı insan kurban edenler. Artık öyle mühim savaşlar olmaz! Meşveretle çözülür her şey. Hem ben seni savaşta değil, kitaplara nakış yaparken görüp sevdim!”
“Güzel olmak gibi güçlü olmak daha güzel. Nizamülmülk’ün kızı atlanıp gelebilir mi buraya? Erkekler duramaz atım Dumankır’ın üstünde.”
Hayyam yanıt vermedi. Selçukiler, nice nesillerden beri kılıca büyük değer verirlerdi.
Cennet sahnesinden gelen melodiler ve gülüşmeler arttı.
“Âlimler de bir hoş eğleniyor” dedi Sılahan. O gece olanları tuhaf buluyordu.
“Arkadaşıma faydası olur ümidiyle tasarladım her şeyi! İddiacı birisi. Kendine zarar veriyor.”
“Anladım! Arkadaşını kazanmak istiyorsun!”
“Evet! Güç ve iktidar istiyor. Başka bir şeyi gözü görmüyor. Takmış kafasına!”
“Alazlama yaptırsaydın keşke!”
“Alazlama korkutmak üzerine! Bunda korkutmaktan daha fazlası var. Hekime danıştım. Bu yöntemi kendisi denemiş İsfahan’ın berduşları üzerinde. O tavsiye etti. Geçenlerde öldü mübarek. Bu karışımın sırrı artık yalnızca bende!”
“Bir zararı olmasın!”
“Kırk yılda bir ne zararı olacak canım! Tecrübe edilmiş bir ilaç! Bakalım kuru siyaset gütmeyi bırakacak mı Sab-bah? Söyledim anlamadı. Ona şimdi gösteriyorum. Sultan ya da vezir olmadan da hayatına renk verebilir insan.”
Hayyam, Sılahan’ın ışıldayan gözlerine baktı.
“Yüzüne ve sözüne yansıyan bu yalın ruhu sevdim ben…” dedi.“Kadınları hepten tutsak sanırdım. Bin tutsak sevgiyi senin bir bakışına değişmez oldum!”
Hayyam içinde kabaran coşkun selin, Sıla’ya doğru yöneldiğini hissediyor, kendi parçalı yalnızlığını giderebilecek yegâne varlık olan bu munis güzelliğin yaratılmış olmasını Tanrı’nın varlığının en büyük delili kabul edip ürperiyordu o an.
Zaman zaman yalnız kalmaya mahkumdu Hayyam. Bilime daldığında yıldızların birer mercan adası gibi serpildiği gökyüzü denizinde, rakamlardan kürekler, formüllerden kadırgalar yapar, yasalardan ve teorilerden yapılmış yelkenleri, deha rüzgârlarıyla şişirip bilinmezlere yol alırdı. Yol aldığı bir âlem miydi? Yoksa insan aklının sonsuz derinlikleri miydi? Bunların hepsiydi ve bunları da kuşatan, genişlemekte sınır tanımayan gönül ufkundaki hayal menzilleriydi. Böyle bir ilahi zenginliği içinde barındırabilen, duyumsayabilen muazzam bir yapı olan insanın bir turp gibi önce buruşup, kuruyup, çürüyüp yok olması ne büyük bir ziyandı! Hareketli yıldızların, her gün farklı bir noktadan doğan güneşin oluşturduğu sinüsler, açılar, rotalar, define gibi kazdıkça arkası gelen formüller, bilinmezlere kapı aralayan çıkarsamalar, yasalar, ölüm gerçeğini unutmanın yegane yoluydu.
Binlerce yıllık Hint, Yunan, Çin ve İslam matematiğini özümseyip ikiye üçe katlayan, bilime en az bin yıllık bir sıçrama, bir ivme yaptırmak yolunda son rötuşları yapan Hayyam’ın, kendinden geçip yoğunluk içinde çalışırken bir kuşa, bir kediye bile tahammülü yoktu ve olamazdı. Böyle yoğunlaştığında çok sevdiği, hayta dediği, uzun tüylü Afgan kedisinin mırıltısı bile aslan kükremesi gibi gelerek onu rahatsız eder, munis kediyi, ensesinden tuttuğu gibi dışarı bırakırdı.
Sılahan, Hayyam’ın yalnız kalmak istediğini sezer, böyle durumlarda ana ocağına çekilirdi. Bu uyumuyla saygıların en büyüğünü hak ederdi. Dünyada böyle bir ayrı, bir birlikte yaşayan tek çift yaşadıkları çağda belki de Hayyam ile Sıla idi.
Gökyüzü bulutlarla kapandığında müthiş bir sıkıntı basardı Hayyam’ı… Yıldızlarla ilgili yaptığı rutin ölçümleri yapamadığı için diğer hesaplardan da vazgeçer, hatta her şeyden nefret ederdi. İşte tam da o saatte yarinin gül yanağını yanında isterdi.
Sılahan sezmişti, her şeyi, kendiliğinden. Saraya bitişik baba evinden yıldızlara bakar, hava kapalıysa kesinlikle atına binip en hoş yemişlerle, dağ çilekleriyle, koyun budu, yufka, börek, çörek gibi taze yiyeceklerle bu aşka yeni bir nefes vermek için dörtnala at koşturup gelirdi. Kapalı havalarda bulutlara bakarak vuslat anına koşmak kolaydı. Lakin açık havalarda da Sılahan gelirdi bazen. Hayyam her seferinde doğru bir zamanda gelmesine hayret ederdi Sılahan’ın.
Bu boyutuyla dünyadaki bütün büyük aşklardan ayrılan bir zekâ ve ruh flörtüydü aralarında yaşanan. Aniden başlayan, bazen birkaç hafta süren, her seferinde kavurucu hasretlerin, serin vuslatlara dönüştüğü benzeri olmayan, yalnızca yıldızların, her anına tanık olduğu kendine has bir aşktı, bunlarınki. Hayyam yalnızca Sılahan’a değil, ailesine de minnet duyuyordu, her şeyi doğal kabul edip hiç sorgulamadıkları için.
Hayyam, Nişabur’da doğup büyüdüğü evi çok özlemişti, İsfahan’a ilk geldiğinde. Bu özlem nedeniyle rasathane yamaçlarına bilgeler için evler yapıldığında Nişabur’daki evin sevdiği bölümlerinin planını bizzat eliyle çizip yapı mühendislerinin eline vermişti. Küçükken oynadığı sandık odası, kiler, kireç taşından revak sütunları hemen hemen aynıydı. Nişabur’daki sandık, sehpa, rahle gibi eşyalarla büsbütün benzemişti. Merdiven basamaklarının sayısı bile aynıydı.
Bu yeni taklit ev, bir şehir konağı değildi. Soğuklara karşı muhkem bir iki odası olan, temeli taştan, alt katının bir kısmı kerpiç ve tahtadan, üst katı tamamen tahtadan yapılmıştı. Soğukta bir insanın bu ahşap odalarda yaşaması neredeyse imkansızdı fakat Hayyam’a soğuk vız geliyordu. Çünkü Selçuklu devlet hazinesinden hediye edilen, her biri servet değerinde kat kat çinçila kürkler, soğuğa karşı mukavimdi ve aynı işi görecek kumaşlardan beş kat hafif olduklarından varlıklarını unuttururlardı.
Ötelerden gelen müziği bir kervanın ahenkli sadasına benzetti Hayyam. Yüzlerce çeşit ilacı, incelticiyi, sertleştiriciyi, renklendiriciyi taşıyan Semerkant, Musul, Tebriz ya da Konya kervanlarından birine katılmak, medresede dört yıl okumaya bedeldi. Kervan dediğin binlerce devenin üstüne kurulu yürüyen bir şehirdi. Gezgin, bilgin, talebe, si-lahşör ve tüccarlardan halkı olan bir şehir. Böyle düşünme nedeninin Sılahan olduğunu anladı. Sılahan’ın saçlarının rayihasını içine çekti. Şefkatle, sevgiyle kucakladı. Bir tutsak değil aydınlık bir dünyanın diğer yarısıydı yanıbaşındaki güzellik.
“Yasemin kokuyorsun,” dedi.
“ Sizin verdiğiniz mayi ile banyo yaptım.”
“ Banyodan sonra da ıtır sürmüşsün!”
“Bu kokuların terkibini bana öğretiniz de siz zahmet etmeyiniz!”
“Sandal ağacı, amber, biberiye yağı, alkol ve lavanta yağı. Öğretirim bir ara, lakin sen tutturamayabilirsin!”
Sılahan şaşkınlıkla baktı. Hayyam başka yere bakıyordu. Gözleri iri seyyareler gibi hareketli, kıvır kıvırdı. ‘Ben de yapabilirim.’ demek ister gibi masumca bakarak dile geliyorlardı.
“İki damla da Hayyam’ın gözyaşı damlamalı yaparken kavanoza!”
“Gözyaşı mı niye?”
Sılahan aniden döndüğünde, Hayyam’ın dolu dolu gözleriyle karşılaşıp yutkundu. Öylece kalakaldı.
“Niye şimdi bu gözyaşı?” dedi hayretle. Elini Hayyam’ın omzuna koydu.
Herkesin başında olan, fakat Hayyam’ın herkesten fazla hissettiği ölümlü olmanın farkındalığı Hayyam’ın başını önüne