Zordun Sabir

Anayurt - I


Скачать книгу

Zordun Sabir

      Anayurt – I

      “Hırsız var!”

      Aydınlık bir geceydi. Yirmi dokuz hanenin bulunduğu bu küçücük köyde böyle bir ses hiçbir zaman duyulmamıştı. İnsanlar sadece ezan, şarkı, kişneyen atların, böğüren öküzlerin, uluyan köpeklerin, karanlık bahçelerde öten kuzgunların seslerini geceleyin evlerinde, avlularında ya da kapıları önünde bir yana yaslanarak duyagelmişti. Gece yarısı bu köy iyice sessizleşir, canlılar uykuya dalar fakat köyün ortasındaki ırmak, bitmek bilmeyen şarkısıyla doğayı överek şırıl şırıl akardı. Alçak evler bahçelerin kerpiçten yapılmış duvarlarıyla bütünleşmişti. Öyle tavanları bitişik evler buralarda yoktu. Bu köyün hayvanları, tavuk, kaz, ördekleri de kendi evlerinin önünden geçebiliyordu. Onları korkutan tehditkâr sesler, kaba davranışlar da buralarda yoktu. Her yer sükûnet içinde ve huzur doluydu.

      “Hırsız var!”

      Korkunç bir ses köyü adeta yerinden oynattı. Köyün köpekleri hırçın hırçın uluyarak sokağa doluştu. Horozlar ötmeye, öküzler böğürmeye, atlar kişnemeye başladı. Evlerde ışıklar yanıp, insanlar şaşkın bir halde ev giysileriyle sokağa döküldü.

      Birbirlerine “Bağıran kim?” diye sormaya başladılar. Telaş içinde:

      “Sanki deprem oldu yahu!”

      “Şimşek çaktı desene!”

      “Sel bastı galiba!” diyerek köyün öbür tarafına doğru koştular.

      Köyün güney tarafında tek başına bulunan ev, ırmak kenarındaki bahçelerin içindeydi. Avlu duvarları yüksek, kapıları sağlamdı. Ev sahibi, insan içine pek karışmazdı. Kirli kırmızı başörtüsünü çenesinden bağlayan, gün batıncaya kadar yalın ayak yürüyen, az konuşan bu tuhaf kadın, köydeki komşularından asla ekmek, çay istemez; ekmek yaparsa diğer kadınlar gibi süt bulmak için çocuklarını kimsenin evine göndermez, düğünlere gitmeye mecbur kalırsa ayakkabı, başörtüsü veya gömlek ödünç almak için komşuların evine bir adım atmazdı.

      Bugün, işte bu kadın konuşmaya başlamıştı:

      “On metre Rus kumaşı, üç metre kadife, yeni ceket, deri çizme, ühü… ühü… ühü… Allah’ım… O hırsızın elinde çıban çıksın, ciğerleri çürüsün. Ühü… ühü… ühü!” Ulu Ahun isimli ev sahibi, koyu kaşları altındaki açık sarı, iri gözlerinden daima kuşku saçan, koyu sakallı, göğüs kılları kıvrımlı, yaz boyunca bez pantolonunu dizinden yukarı dürüp, koyun yününden yapılmış kuşağını dizinin aşağısına sarkıtıp durmadan çalışan bu iriyarı çiftçi, yere çömelerek feryat ediyordu:

      “Oğlumu evlendireceğim diye dört seneden bu yana kazandıklarımın hepsini bu sandıkta biriktirmiştim. Bunu Allah’tan başkasına söylememiştim. Nereden bileyim bu hırsızlar çatı penceresinden ip sarkıtarak eve girsinler! Duymamışım bile! Farenin kıpırtılarını dahi duyunca uluyan dişi köpeğe ne olmuş ki, hırsızlar sandığı açıp servetimi çuvala sokup kaçıncaya kadar uyumuşlar, yazıklar olsun! Eşim aniden uyanarak beni dürttü, gözümü açınca birisi hemen saray evden çıkıp başıma tokmağını dayayarak:

      “Kıpırdama, yoksa kelleni uçururum!” diye bağırdı. Dayandım. Canım kurtulsun da, malım mülküm elden giderse gitsin dedim. Ama eşim dayanamayarak “Bunlar çeyiz!” diye çığlık atınca az kalsın başına tokmak vurulacaktı. Ben hırsıza gövdemle engel olarak dışarı kaçtım ve ‘Hırsız var!’ diye tüm gücümle bağırdım.”

      Ulu Ahun, hırsızların önce avluya, sonra bahçeye geçip ırmağı takip ederek yürüdüğünü, sonra ata binip kaçtığını, avluda eşi Hepizihan’ın bir hırsızın bacağını yakalayıp ısırdığını, eşini korurken tokmak yediğini, iki köpeğin hırsızları kovalayıp gittiğini, hırsızların bir kırbacı kaldığını, nefes nefese anlatıp duruyordu.

      “Tamam!” dedi Haşim Palavracı isimli ince, iri gözlü bir genç, gözlerini oynatarak. “Uzun boylu, bıyıklı dedin değil mi? O zaman hırsız Ahmet’tir!”

      “Hayır, Sefer’dir!”

      “Hırsız Gani’dir! Kesinlikle odur! Uzun boylu diyorsun, o zaman Gani olmayacak da kim olacak? Ondan uzun boylu kim var bu köyde?”

      “Hayır, Gani fakirlerin malını çalmaz.”

      “Uzun zamandır Ulu Ahun’a Ulu Bay diyoruz, onun tarlası az olduğu halde malı çok, o da zengin!”

      “Hey aptal! Hırsız Gani’dir. Hakide Bay, Murat Hacı, Sedir Beyler gibi ahırlarında sürü sürü at, dana, koyunları, depolarında tahıl, sandıklarında ise altın, gümüş olan zenginlere darbe vuran mert bir hırsız. Ulu Ahun’un çeyizini Ahmet, Sefer gibi alçak hırsızlar çalmazsa, Gani gibi yiğitler ona asla göz dikmez!”

      “Bu kesinlikle serflerin işidir!”

      “Hayır, bu Rusların işidir! Bugünlerde Çileklerden de büyük hırsızlar çıkıyor.”

      “Bekçi koymak gerek, güvenlik için tedbir alalım! Her birimize otuz günde bir defa bekçilik görevi düşer. Korkma! Eşine ben bakarım.”

      Mahallenin ileri gelenleri, imamı, müezzini ve kadılık görevinde bulunan Mira isimli fakir, hazırcevap, et yemeye düşkün, kısa boylu, göbekli bir adam, sabah namazından sonra Ulu Ahun’un avlusuna girdiğinde güneş doğmaya başlamıştı.

      “Beye dava dilekçesi yazıp, bütün mahalle sakinlerince parmak basalım!” diye elini kılıç gibi salladı Mira Göbek. “Bu tabii ki serflerin işidir. Atlar hacımın otlağına girmiş. Savdan Bay, izciliği iyi bilen bir Kazak’tır. Tilkinin bıraktığı ize bakarak erkek mi dişi mi olduğunu bile anlar. Murat Hacı’nın otlağı hırsızların yuvasıdır. Dava dilekçesi yazalım!”

      “Mira Kadı’nın dediğini yapalım!” dedi mahalle imamı, gözlerini kapatıp göğsüne düşen bembeyaz sakalını parmaklarıyla sıvazlayarak.

      “Şeng Duben1 atamıza yazalım, başkan atamıza yazalım…”

      “Kim yazacak? Kime yazacağız?” dedi mahallenin en zengin adamı, böbürlenerek ve kısa sakalını avuçlayarak:

      “Siz yazın imam, Mira Kadı söylesin!”

      “Öyle olsun, hadi yazın imam hazretleri!”

      “Ben okumayı biliyorum ama yazmayı bilmiyorum!” dedi imam üzülerek:

      “Üstelik kâğıt, kalem de yok.”

      “Sizde hangi yetenek var? Ne yapabilirsiniz imam hazretleri! Dört ho2 vehbi tarlanızı ekiyoruz, ekinleri biçip bağlıyoruz, hatta harmana getirip topluyoruz ama siz yine de tahılı karlara bulaştırıp zorlukla ayırıp alıyorsunuz. Eşiniz çalışmasa o da yok!”

      Köyün en zengin adamı, yüz ho tarlanın, dört büyük bahçenin, bir ahır koyunun, on sekiz öküzün, altı atın ve çatısının üzerindeki ot saman, kaba yoncaları eskiyip kararmış, ağıl ve ahırların arkasındaki gübreler yükselip tavanla denkleşen bu büyük evin mutasarrıfı Muhtar Bay, mahalle imamını zaman zaman böyle azarlardı. Çünkü bu imam, Yenihisar’dan bu mahalleye ilk geldiğinde Muhtar Bay’ın babası, Osman Hacı’ya hizmet etmek için dört yıl kavun ekmiş, hayvan gütmüş, su taşıyarak ve odun keserek çok çalışmış ancak hiçbir işi bayı memnun edemediğinden hep kötülenmişti. Hacı da onun ismini bilmeden, ölünceye kadar “Kaşgarlı” diye çağırmıştı. Muhtar Bay babasının kötü sözlerine mirasçı olmadığı halde bu imamı nedense avlu hizmetkârı gibi görüyordu. Bugünlerde Muhtar Bay iflas etti, babası öldükten sonra kardeşleri evlerini ayırıp mirası bölüştü. Bu yüzden onun tarlası ve malvarlığı büyük oranda eksilip sadece aylık hizmetçi ve bir çobanı işe alabilecek bir duruma düştü. Mahallenin imamı ise kölelikten kurtuldu. Şimdi onun büyük bir evi, iki atı, altı öküzü, on beş koyunu, bir de yağ değirmeni var. Onun tarlasını cemaat ekiyor, buğdayını mahalledekiler biçiyor, hatta harmanı başkası savurup tahılı samandan ayırıp, ambarına taşıyordu. Onun için, imam ezik büzük gözükse de mahallenin orta halli zenginlerinden sayılırdı. Muhtar Bay bundan endişe duyuyordu. Eğer kendi tarancılarından3 Fatiha ile İhlâs surelerinden başka bir kaç sure bilen birisi çıksaydı, “Kaşgarlı ”yı buradan kovarlardı. Bu yüzden Muhtar Bay ona sert davranmaktaydı:

      “Söyleyin,