Zordun Sabir

Anayurt - I


Скачать книгу

düşüncelere daldı. Hırsızlar gerçekten haddini aştı. Hırsız Gani, Abduömer Bey’in kafes gibi korunmuş avlusuna girerek kaplan gibi dört köpeğini zehirli etle uyuşturup şehirden yeni gelen Rusların torna arabasını çalarak tarla yoluyla kaçıp Kaş Nehri’nden geçirip Samiyüz’deki otlağına götürmüştü. Bey, onun izini takip ederek otlağına girdiğinde Hırsız Gani henüz terini siliyordu.

      “Bak! İzimden geldiğine bak bu kel kartalın.” dedi beyi görüp:

      “Bu iki çerisinin kılıcına ne diyeyim, erkek isen sen de arabayı çekerek götür evine, benim gibi!”

      Bey “Kel kartal” lakabını duyunca çok sinirlendi ama hiçbir şey olmamış gibi oturan, dev gibi gövdeli, açık sarı, korku verici yüzünü çiçek izi sarmış bu adama ne yapabilirdi? Hırsız Gani’nin çıplak vücuduna çekinerek baktı. Hırsızın göğüs kasları nehirdeki balık gibi sıçrıyordu. Kazıtılmış başını sıvazlayan parmakları beşli çatal gibi kaba, bilekleri alaca öküzün budu gibi iri ve sağlamdı.

      “Abdu Gani kardeşim, seni merak ederek geldim buraya. Sayarsam yirmi iki küçük ve altı büyük dere, üç ırmak, bir nehirden geçirmişsin arabayı. Herhangi bir at, öküz bile senin yaptığını yapamaz, on öküzün gücü varmış sende kardeşim!”

      “Bu yüzden iki çeriyi beraber getirdim desene! Hey Car-kın, misafirlerin atını al!”

      “Nuri’yi getirdim.” Kısa boylu, mavi gözlü, sarı bıyıklı, tıknaz bir adam beye yaltaklanarak seslendi:

      “Kısrak ata bindirerek getirdim bu hocayı.”

      “Gel!” Bey, eşiği önüne gelen on beş yaşlarındaki yakışıklı çocuğa bakarak zorla gülümsedi.

      “Ziyek’in oğlu musun?”

      “Evet, Ziyavdun’un oğluyum.” diye cevap verdi, mavi gömlek, mavi pantolon, başına şapka, ayağına deriden terlik giyen şehirli çocuk, beyin karşısında dimdik durarak.

      “Nerede okuyorsun?”

      “Şehirde.”

      “Onu biliyorum, şehrin hangi yerinde?”

      “Döngmahalle’deki Ruşen okulunu bitirdim. Şimdi Eksinir’in önündeki kolejde okuyacağım.”

      “Anladım, Damolla Callap’ın evinin önünde, Novgort’a giden yolun sağ tarafında bulunan, tavanı tenekeden yapılmış okul mu?”

      Nuri, beye şaşkınlıkla baktı. Siyah sakallı, bıyıkları kalın, göğüs tüyleri açıkça gözüken, çukurlaşmış ve biraz kırmızılaşmış iri gözleri geniş koyu kaşları altında parıldayan, burnu epey büyük bu adamın böbürlenip düzensiz cümle, yanlış kelime kullanarak konuşması, onun cahil, okuma yazmayı bilmeyen birisi olduğunu gösteriyordu. Bu adam nasıl olur da on iki yüz beylik büyük bir alandaki yirmi binden aşkın çiftçiyi yönetebilirdi ki? Nuri sürekli kitap, dergi okuyordu. Sovyetler Birliği, şimdiki Şeng Duben ve onun idaresi hakkında birçok şey öğrenmişti. Şehirde öğrenci arkadaşları ile Sovyet birliğinde eğitim görmüş öğretmenlerinin sözlerini duymuştu. Hakimbey Hoca’nın, Paşa Hoca isimli oğlunun, Tayyipzat Halife isimli büyük zatın tarih, toplum, siyaset, coğrafyayla ilgili konuşmalarına kulak vermişti. Haydarof isimli dil öğretmeni de onlara dilin fonksiyonu, kuralı, anlamı hakkında, doğru söylemek, doğru yazmak, güzel konuşmak, güzel yazmak hakkında çok bilgi vermişti. Ona göre, yanlış söylemek medeniyetsizlik, medeniyetsizlik ise barbarlıktı.

      “Neye gülüyorsun?” dedi bey, kendinden emin olamayarak.

      “Yanlış bir şey mi söyledim şehirli?”

      “Hayır, doğru söylediniz beyim, kolej orada.”

      “Sizi bizimkiler mi okutuyor, yoksa Ruslar mı?”

      “Uygur, Tatar, Özbek, Kazak, Rus, Çinli öğretmenler var.”

      “Peki, sen o kadar çok dil biliyor musun?”

      “Onlar bizim dilimizle konuşabiliyor.”

      “Anladım! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır diye yazmışsın, bunu sana kim öğretti?”

      “Ben onu kitaplardan öğrenmiştim.”

      “Kim yazmış o kitapları?”

      “Sovyetler Birliği’nin kitaplarıdır.”

      “Sen Rusça biliyor musun?”

      “Hayır, onlar Tatarca, Özbekçe kitaplar.”

      “Ne? Niye böyle garip konuşuyorsun çocuk? Tatar dediğin Nogay, Özbek dediğin Andicanlı mı?”

      “Evet.”

      “Onların yazısı bizimkiyle aynı mı?”

      “Hayır, Latince.”

      “Ne? Latince dediğin Rusça mı?”

      “Ona benziyor, Avrupa’daki ortak yazı.”

      “Daha da garip konuşuyorsun, ne dedin? Avrupa dediğin Moskova mı?”

      “Moskova da Avrupa da altı kıtanın birisi…”

      “Bırak bırak anlamak daha da zorlaştı. Yeter, şimdi kendi dilinde söylesene! O sözü, şu kıta yazdı desene!”

      Nuri, kendini gülmekten zor alıkoydu. Önünde duran, korku verici bu adamı çok geride kalmış, bin bir gece öykülerindeki haydutlara benzetti. Bu adam nasıl olur da mahalle halkının meselelerini halledebilirdi? Mahalledeki çiftçilere acıdı. Bey esnedi, sonra geğirdi. Bu iki davranışı Nuri’yi tiksindirdi. Onun öğretmeni bu tür davranışlarla alay ederdi. Bir defasında Nuri, sınıf arkadaşı olan kızın yanında aniden esnemişti. Deri ticaretiyle uğraşan zengin bir adamın kızı olan arkadaşı şaşkınlıkla bakarak:

      “Esnerken elinizle ağzınızı kapayın.” demişti. Nuri utançtan yerin dibine girmişti. Şimdi o, bu iki davranışın çirkin olduğunu biliyordu. İçinden “Bu adamda böyle tiksindirici hareketlerden daha kaç tane vardır acaba?” sorusu geçti. Derken bey, sağ elini koynuna sokup koltukaltını kaşımaya başladı ve birden kaşlarını çatıp ona seslendi:

      “Niye ayakta duruyorsun? Doğruyu söyle, burada hırsızlar gerçekten çok. Kazakların dışında bizim içimizde de ondan fazla ünlü hırsız var. Hırsız Sefer nehir kıyısındaki bozkırın kaplanı oldu, Hırsız Gani Kaş kıyısının kaplanı, Hırsız Ahmet, Hırsız Hoşur, İmir Hemze Yaban domuzu, Sidir Av köpeği, İbrahim kancık… Hepsi hırsız. Bunların çoğu çiftçi, onların gözü zenginlerde… Fakirlerin öküzleri kışın dışarıda yatıyor, hırsız gelmiyor. Zenginler evlerinin korkuluklarını kenetleyip, köpeklerini bağlayıp, ağıllarına bekçi koyup mallarını korumuş olsa da hayvanları sürü sürü çalınıyor. Hatta bu hırsızlar hükümet bankasına bile girdi. Doğru, hırsızlar çok. Bu benim yeteneksizliğimden mi? Neden böyle yazdın orospu çocuğu? Bunu şu Muhtar domuz veya Mira Süngü mü yazdırdı sana? Doğruyu söyle, yoksa…”

      “Hayır, onlar demedi, kendim yazdım.”

      “O zaman neden hükümeti eleştirdin?”

      “Hükümeti eleştirmedim. Sadece büyük, küçük beyler iyi çalışsın istedim beyim.”

      “Ben seni hapse göndereceğim, anladın mı? Bugün göndereceğim. Sen! Köpek yavrusu! Okuluna orada devam edeceksin!”

      “Ben suç işlemedim, üstelik on beş yaşındayım. Hukuk beni destekliyor.”

      “Ne dedin? Hukuk? Benim sözüm hukuk değil mi? Seni orospunun… ”

      Sözünü tamamlayamadı.