ederim.
Dışarı çıktıktan sonra parkın girişine varıncaya kadar birbirimize hiçbir şey söylemedik.
– Çiçek koparıp vereyim mi, dedim aniden durarak, öfkelendiğimi de gizleyemeden.
Alma, kolumu yumuşacık koltuğunun altına kıstırdı.
– Tamam, artık, dedi yoluna devam ederek. Hiçbir şey lazım değil bana.
Taksiyle döndük. Her nasılsa sokak lambaları söndü. Ay, ak bulutların arkasından hızla kayıyor. Hastanenin avlusundaki bankların yanına gelince Alma, beni durdurup kendine çevirdi ve boynumdan kucakladı. Yumuşacık, nemli dudaklarının dudaklarıma değdiğini hissettim. Allah’ım, ne kadar yumuşak ve nazik dudaklar… Alma’nın narin bedenini kucaklayarak bağrıma bastım. Sonra bir bebeği kokluyormuş gibi yumuşacık yüzüne, gözüne yüzümü sürterek kokusunu içime çektim. Kendimi kaybedecek kadar manevi bir haz ve hafiflik hissetmiş gibiyim. Bu haz ve hafifliği Alma’da mı buldum, yoksa kendimde mi orasını bilemiyorum.
İçeri girdik. Alma, yarısını kara gözlük kapatmış yüzünü saçıyla örterek koluma girdi. İkinci katın kapısının önünde Alma’yı durdurdum ve kendim içeri girdim. Hemşire tedavi odasında değildi.
– Hemen odana git, diye fısıldadım Alma’ya kapıyı tekrar açarak.
Alma, odasına girdi. O arada hemşire de geldi.
– Sen miydin, dedi bana gülümseyerek.
– Herhangi bir vukuat yok ya?
– Yok.
– Ben Alma’nın odasında oturacağım, dedim önlüğümü giyerken. Bugün sara nöbeti gelebilir.
Sonra ilmî günlüğümü aldım ve hemşireye göz ucuyla bakarak hiç alakasız, anlamsız sözlerle doldurmağa başladım. Hemşire, bütün dikkatini işine vermiş bir hekim olarak sevinç dolu gözlerle bana baktı.
Odaya girdiğimde Alma, üstünü değiştirmiş çoktan yatağına yatmıştı bile. Ortak sırrı olan çocukların birbirine göz kırpıp gülüşmeleri gibi Alma da beni görünce gözüyle “Olanlar hatırında mı?” dercesine boynunu içine çekti, gülmemek için ağzını eliyle kapattı.
Her zamanki gibi karyolanın kenarına oturdum ve elini tuttum. O da kupkuru, fakat yumuşacık eliyle elimi sıktı. Çok rahat. Onun bakışlarından, bütün varlığından dökülüp gelen fevkalade sıcak akımı hissederek mest oldum.
– Uyu.
– Ya sen?
– Ben seni bekleyeceğim… Tan atıncaya dek… Ömür boyu…
Alma, gözlerini yumdu. Nefes alışının sıklığına bakarak gönlündeki fırtınayı anlayabiliyorum.
Düşüncem bölük pörçük oldu. Her gün gördüğüm hatta kanıksadığım bu gündelik hayat, aniden değişmiş yahut bu hayatla ilk defa karşı karşıya kalıyormuşum gibi geliyor. Hayatı anlamlı ve güzel kılanın kendi saadetimiz olduğunu, bize dışarıdan hiçbir ışığın gelmeyeceğini, hayata ve etrafa ışık saçanın, ancak insanların kendileri olduğunu sonradan anladım. İç dünyam, güzel şuleler saçmağa başlayınca çevremdeki her şey, insanlar, bütün hayat değişip güzelleşiverdi.
Alma’nın hastalığını düşündüm. Onu tedavi etme meselesi, birdenbire tıbbi vazife olmaktan çıktı ve sadece kendim için onu yaşatmak meselesi hâline geliverdi.
Tuhaftır, o gece sağ elde hiçbir hareket gözlenmedi.
Alma, gözümün önünde yatarak, uyuyormuş gibi gözü yarı açık olduğu hâlde tan atıncaya dek hiç kıpırdamadı.
Öğleden sonra başhekim geldi. Yaşı kırklarda, asabi, zayıf, köse bir adamdı. Uykusuzluktan bitkin hâlimi görünce, – Ne o, şu gece nöbetini kimseye vermiyor musun hâlâ, dedi.
Sözü, sorudan ziyade benim hareketimi takdir eden bir cümleye benziyor. Bundan dolayı ben, – Merhaba, sözünden başka bir şey söylemedim.
– Fanatizmin olmadığı yerde büyüklük de yoktur, diyerek bilgiçlik tasladı.
– Sizinle konuşmak istediğim mühim bir mesele var.
– Nasıl bir meseleymiş bu?
– Müşahede altında tutulan Alma Birimjanova’nın durumu çok ağır. En kısa zamanda bir şeyler yapmak lazım.
– Nasıl nasıl, dedi başhekim gözlerini kırpıştırıp sandalyeye otururken.
– Şu anda hasta krizde. Kızı, çok tehlikeli olacak bir nöbetten korumak için sağ elin parmaklarını hatta gerekirse sağ eli tamamen ameliyatla almak lazım…
Bu fikri, başhekime daha evvelden de ifade etmiştim. Bundan dolayı bu fikrin kendisi için yeni olmadığını belirtircesine yüzünü buruşturarak bir müddet cevap vermeden oturdu. Sonra, – Mesele şu, diye söze başlar başlamaz, – Hayır, dedim yine benim de anlayamadığım bir ısrar ve kararlılıkla.
Hayretle yüzüme baktı. Suratımdan mühim bir şey anlamışçasına sesini çıkarmadı.
– Birkaç aydan beri hastayı gözlemekteyim, dedim yüreğim küt küt atarak. Bu arada sabrımın tükendiğini de sezdirmemeye gayret ederek; “Başka çare yok… Eğer ameliyat etmezsek şu iki üç gün içinde kızın kendini öldüreceğine garanti veririm…” Başhekime tesir etmek için bu cümleyi sarf etmesine ettim, ama vücudumun titrediğini, bu sözü boş yere söylediğimi anladım. Bazen insanın kaderini, iradesiz olarak söylenen sözlerin çizdiği de olur. “Anlıyor musunuz, başka çare yok…” Başhekimin sessiz kalışından, sözlerimin tesirli olduğunu anladım.
– Ameliyattan sonra kızın sapasağlam olacağına inanıyor musunuz, dedi göz ucuyla bana bakarak.
– Bunu kesin bir dille söyleyemem zor, fakat biz, öncelikle kızı ecelin pençesinden kurtarmalıyız. Yarın ne olacağını ondan sonra görürüz. Siz bana güvenin. Gece gündüz hastanın yanındayım ve çektiklerini biliyorum…
Başhekimin buruşan yüzü yumuşamağa başladı.
– Velisinin rızası olmadan hiçbir şey yapamayız, dedi yine onay vermeyerek.
– Ana babasından önce kendi rızası gerek, her hâlükârda bu ameliyatı yapmamız lazım; çünkü hastanın vaziyetini onlardan çok biz biliyoruz, hususuyla benden iyi bilen yok.
– Peki, dedi başhekim yüzüme bakarak, fakat yarın vizitede bir de ben bakayım. Sonra tekrar istişare ederiz…
Kalbim küt küt attı. O anda yarınki viziteye değin Alma’yı ameliyata nasıl ikna edeceğimi, başhekimin karşısında nasıl davranmak gerektiğini ve sorulara ne şekilde cevap vermesi icap ettiğini, Alma’ya nasıl öğreteceğimi, zihnimde kurdum.
Ona bu meseleyi hemen açmak istemedim. Gece uykusuna mâni olur diye düşündüm. Yarın erkenden odasına gidip her şeyi anlatacağım…
Hastalar dinlenme faslından sonra saat beş sularında dışarı dolaşmaya çıktılar. Alma’yı kameriyenin içinde kitap okurken buldum. Yüzüme bakarak güldü.
– Gözlerin kızarmış.
– Mühim değil…
– Git uyu.
– Bir şey olmaz…
– Bir şey olmaz deme, hemen gidip uyuyacaksın! Ne yani, yoksa sözümü dinlemiyor musun?
Alma’nın yüzüne baktım. Yine güzelliğinden esen o sıcak, rahatlatıcı, olağanüstü rüzgârı hissediyorum.
– Niçin