suçlamak yerine birbirimize acırız…
Kalbi hafifçe cızladı. Midesidir. Öğrencilik yıllarından kalma gastriti var. “Doktor mu çağırsam acaba…” diye düşündü. “Doktor var ya, onu nasıl unuttum.” diye sevindi içinden. Ne var ki, doktor aklına geldiği an dişi de midesi de yavaş yavaş diner gibi oldu. Evdeyken bir yeri ağrıdığında, doktora gidince iyileşirdi genel olarak. Doktor orasını burasını okşayıp “Nasıl, acı var mı?” dediğinde çaresiz bir şekilde “Hayır.” demek zorunda kalırdı.
Vücudu biraz dinlenmişti ki, sıra bende dercesine endişesi geri döndü. Endişenin başı cevabı olmayan “Şimdi ne yapacağım?” sorusuydu. Ne bir iş yapacak ne de gördüklerini, bildiklerini kitaplaştıracak herhangi bir özelliğe sahip değilmiş. Hatta bakan olmaktan başka hiçbir şey yapamaz gibi. “Şimdi ne yapacağım?” dedi, ümitsiz bir şekilde. Dertlerini dökeceği kimsesi yok. Hepsi kayboldu. Şuurunun derinliklerinde bir şey, “Dertleşeceğin, sırlarını paylaşacağın ben varım.” diyordu sanki. Ne olduğunu anlamaya çalıştı ve sonunda anladı. Kendisini hayatı boyunca kul eden, ruhuna da canına da boyunduruk geçiren, kardeşten, arkadaştan ayıran, elden ayıran efendisi “İş” imiş. Şimdi o da yok. Şu duran sadece gölgesi…
İç dünyasında tekrar fırtınalar kopmaya başladı. Evleri yıkan, denizleri yatağından çıkarıp, barajları paramparça eden, şehirleri suya gark eden dağdağalı fırtınalar. Aben içinde böyle bir afeti hissetti. Döneri olmayan, devasız afet.
Gönlünün köşesinde pişmanlık gibi yetim bir duygu belirdi. “Heyhat!” diye inledi. İnleyen canı mıydı, teni miydi, kendisi de anlayamadı. İki acı birleşmiş gibi.
Midenin asit seviyesi yükselmiş olmalı ki, mide ekşiliği arttı. Sirke suyunu içmiş gibi her tarafını acıtıyor, adeta deliyordu. Hiç dinmeyen, hafiflemeyen, uçsuz bucaksız bir buhrandı bu.
Aben, istasyonunu kaçırmış bir tren yolcusunun hissiyatı içinde; “Heyhat, deminden beri doktor çağırılabilirdi!” diye düşündü. Şimdi yılanın kucağına düşmüş kurbağa gibi acının tesirinden kurtulamıyor. Hareket etmek ister, edemez, konuşmak ister, sesi çıkmaz. Aben çok terledi. Bilinmeyen bir dert ağaç kesen testere gibi takatini inceltti, hepten bitirmeye yakın kaldı.
Karısı, çoluğu-çocuğu kendisinden ayrılarak, elin yetişemediği, sesin varmadığı bir yere doğru uzaklaşıyorlar. “Heyhat!” demek istedi, sesi tekrar çıkmadı. “Yazık…”
Aniden biri içini sıcak bir demirle yakmış gibi oldu. Aben şuurunu kaybetti. Sadece bu azabın neyle bitecekse bitsin, çabuk bitmesini dilemeye fırsat buldu.
Aben’in enfarktüsten vefat ettiğini sekreter Cumartesi günü sabah işteyken öğrendi. Daha dün akşam yanından sağ salim ayrılan insanın nasıl öldüğünü anlamayarak:
“Nasıl olur, nasıl olur?” diye, tekrarladı perişan bir şekilde.
“Gece yarısı uyurken olmuş herhalde. Ailesi de bugün sabah öğrenmiş.” dedi organizasyon dairesinin müdürü devlet sırrına ifşa ediyormuş gibi fısıldayarak; “Beni hastaneden daha yeni aradılar. İkinciyi haberdar ettim. Şimdi çağırır kendisi de.”
Sekreter sessiz sakin bir şekilde uzun bir müddet oturdu. Cebinden ilacını çıkardı ve aldı. Sekreterin sağlık durumunu kendisinden daha iyi bilen yardımcısı doktor çağırttı. Doktor böyle olacağını önceden biliyormuş ve koridorda bekliyormuş gibi anında geldi. Kan basıncını ölçüp, kalp atışlarını dinledikten sonra hastaneye yatırmak istedi. Sekreter kabul etmedi.
Bakanın vefatına bağlı olarak kurulan komisyona kendisi başkanlık etti. Yer ayarlamak, orkestrayı getirtmek, cenaze yemeği için finansman sağlamak, kurumlardan çelenk getirtmek, memleketindeki bir okula, şehirdeki bir caddeye merhumun ismini verme meselesini özel bir kararnameyle halletmek gibi işleri bizzat takip etti.
Sekreterin, tek kardeşini son yolculuğuna gönderiyormuş gibi bu işe bu kadar eğilmesini insanlar büyük insaniyet göstergesi olarak algıladılar.
Ertesi gün yardımcısını da yanına alarak, Aben’in evine başsağlığına geldi. Merhumun ailesi ölümün kudretini kabullenerek, kayıplarını mevta için yaptıkları hizmetlerle telafi etmek istercesine gelen gidenleri ağırlıyor, durmadan koşuşturuyorlardı.
Merhumun siyahlara bürünmüş eşi, gözünden yaş akıttı, ama sesli ağlamadı. Aben’in öldüğünü öğrenince sekreterin hastalandığını da duymuştu.
Başsağlığı merasiminden sonra merhumu, toprağa verme işlemleri hakkında konuşuldu. Yas tutan eşi, sekretere teşekkür etmeyi unutmadı. Bütün aydınlar, halk vefatı büyük üzüntü içinde öğreniyor, ailenin acısını paylaşıyordu. Özellikle büyük patronun, haberi duyunca gezisini yarıda keserek döndüğünü, sabahleyin eve uğradığını anlattığında, bu durumu kendisi için büyük bir şeref ve gurur kaynağı addettiğini gizleyemedi, kaderin emrini kabullenmiş bir sesle:
– Eceli geldiyse buna kim engel olabilir? Dedi.
Eşi bir kez daha gözünden yaş akıtarak:
– Dünden beri buna da alıştık. Şükrettik. Hiç olmazsa böyle bir mevki sahibiyken vefat etmesi bile bir teselli kaynağı. Yoksa bu kadar büyük bir ihtiram olur muydu?
Duvarda siyah kurdele takılı olan Aben’in resmi asılı. Yüzünde ufak bir tebessümle çekilmiş. Dünden beriki maceranın bu şekilde sonuçlanmasından memnunmuş gibi.
Sekreter resme uzun uzun baktı. Kaderlerinin ne çok benzediğini, kendisine en yakın insan olduğunu bugüne kadar nasıl olup da fark etmediğine şaşırdı. O anda, ölüm sırasının kendisine geldiğini hissetmiş gibi kalbinde ufak bir çimdik hissetti.
SAĞ KOL 11
(Hekimin Hikâyesi)
Bizim psikiyatri hastanesi, şehrin batı yakasında, iki yakasına taş duvar çekilmiş ırmağın kıyısındaydı. Hastane eski idi. Sıvaları dökülmüş, renkli kerpiç duvarın üstünde enikonu paslanmış ve çürümeye yüz tutmuş teneke bir çatı var. Çevrede araba yürüyecek sokak olmadığından etraf, sabah akşam sessiz ve sakin. Pencereyi açarsan baharda ırmağın çağıltısını gün boyu işitirsin. Dağ tarafından yel esince, karşı yakadaki bahçeden meyvelerin ekşimsi kokusu gelir burnuna. Yaz girer girmez ise kıyı, çoluk çocuğu ile güneşlemek için gelen şehir halkı dolup taşar. Yani binanın eskiliğini hesaba almazsak, umumi olarak hastanenin yeri ruh ve sinir hastalığına yakalananlar için bulunmaz bir yer.
Cumartesi günleri açık pencereden avluda akrabaları ile gezip dolaşan hastaları bıkmadan seyrederdim. Onların hastalıktan dolayı azap çeken bitkin yüzleri, sıradan insanlara çok korkunç görünen tuhaf davranışları, söyledikleri şeyler bana çok sevimli gelir. Ben onları canım gibi seviyorum. Evet, evet seviyorum.
Onların kimseye hiçbir zararı yok. Eğer dünyadaki kötülükleri inceleyecek olursak, hepsinin de deliler tarafından değil, sağlıklı insanlar tarafından yapıldığını görürüz.
Bedeni hasta olanlara acırız, onlara şefkat gösteririz; ruhu hasta olanları görünce sağlıklı olduğumuzdan dolayı bencilce bir sevinç ve minnettarlık kaplar içimizi. Eğer gariplere acıyacaksanız, aklını yitirenlere acıyın, onları sevin.
Bir cumartesi size hastaneyi gezdireyim. Hiç acele etmeden hepsiyle tek tek konuşun. Kesinlikle seveceksiniz. Hatta ben, gözetim altındaki en tehlikeli hastalarla bile beraber uyumağa hazırım. Korkulu mu, diyorsunuz? Korkulu