Анонимный автор

Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri


Скачать книгу

Hamza’dır. Deli Hamza’nın trajik karakteri romanda çok güzel betimlenmiştir. Romanın sonunda hayattan bezen Askar’ı intihar etmek üzereyken kurtaran Deli Hamza’nın aklına ve olgunluğuna hayran kalmamak elde değil. Sistem maymununa dönüşen Nurbek karakterini değerlendirmek ise, ayrı bir yazıyı gerektirmektedir.

      “Ölü Ara” romanını dönemin diğer eserlerinden farklı kılan ve yücelten şey ise, sadece onun özgünlüğü değildir. Okurun beyninde uykuya dalan düşünceyi okşayarak, romana can veren kudretin en mükemmel sırrı da bu değil.

      Romana can veren ve onu güzellik katan en büyük kudret, Sovyet döneminin gaddarlığını ifşa etmekten çekinmeyen Tölen’in şair yüreğidir. Okur, romanın sayfalarını çevirdikçe, zulümle savaşan bu şairin farklı bir kalp atışını hissediyor adeta.

      Bu muhteşem epopeyi yaratan Tölen’in özgünlüğü, tarih katmanlarında gizli gerçekleri kazıyarak, dönemin gerçeklerini bilincimizde tekrar canlandırabilen ustalığı üzerine kuruludur.

      Bize göre, romanın sonunda “birinci kitabın sonu” yazılmasına rağmen, Tölen Abdik’in bu eseri, son noktası koyulan, tamamlanan bir eserdir. Daha önce bahsedildiği gibi roman, Askar’ın kardeşi Bayten yaz tatiline geldiğinde tay kesip, toy yapmasıyla başlar, ancak sonunda ise Askar, aynı kardeşi tarafından elleri bağlı olarak sürgüne götürülür. Bunu okuduktan sonra Sovyet döneminin zulmünü kanıtlayacak bir başka ayrıntı aramanın anlamı yoktur… Sözün bittiği yerdir burası bize göre.

      Yazar Tölen Abdik, insan ruhunun en büyük zirvesi olan Feraset Savaşı’nda pek çok başarı elde eden bir kalemdir. Bu başarısında sadece sahip olduğu yeteneğe, ustalığa ve sanatsal çabasına borçlu değil. Hilenin kol gezdiği, ancak buna karşı çarenin bulunmadığı fanî dünyada, yazarı zirveye taşıyan, biri saf sevgi, diğeri ise insanî feraset gücünde iki kanadı olmuştur.

      Abdik, sanata âşık ve sadık bir yazar olarak tıpkı “Ölü Ara” romanındaki Askar gibi her zaman büyük harflerle yazılmayı hak eden bir insan olarak kalmanın yollarını aramış; dalkavukluk ve riyakârlıktan, yalan ve dedikodudan uzak durmuştur. Yaratıcılık hayatındaki iki kanadı, saf sevgisi ve insani feraseti onu hep sanatın zirvesine yükselmesi için taşımıştır.

      Sanat dünyasına büyük hayallerle gelen, ama zirveye ulaşamadan kanatları kırılan nice yeteneğe rastlanır. Onların bu başarısızlıklarının nedeni sadece yaratıcılık güçlerinin yetersizliği değildir. Aslında sanatın gerektirdiği, sevgi ve ferasettir. Buna sahip olamayanlar zirveye doğru uçarken ya kanatları kırılır ya da yaratıcılıklarını yitirirler. Yazarın yüreğinin temiz olması da yeteriz. Bu nitelik onu her ne kadar zirveye taşısa da geçici bir sistemin sözcülüğünü yaptığı an, feraset güneşini kapatan bulutların arasında yollarını kaybeder.

      Bir yazar, yalnızca çalışmayla ve okumakla yaratacağı esere derin bir düşünce kazandıramaz. Onu her şeyden önce, ruhunun temizliğinde ve kalbinin derinliğinde bulmalı. Çok okuyup çok çalışan, ama gerçek hayatta dalavereci, riyakâr, kibirli ve uyanık olanların neden büyük eser yazamadıkları üzerinde hiç düşündünüz mü?

      Bunun nedeni, cennet bahçeleri gibi ulu ruhlar kapısı da, yalnızca yaratıcılığı kirlenmeyen, saf sevgi ve insanî ferasetini yitirmeyenler için açılır.

      Edebiyat yalnızca bir insanı tanıma değil, aynı zamanda insan olmayı da öğreten yüce bir sanattır. İşte, bu yüzden gerçek bir yetenek sahibi edebiyata adımını, insanlığın besin kaynağını bulandıran zulümden hayatı arındırmak için atar.

      Bir ateş gibi yanamayan, zulümle mücadele edemeyen bir yazar, asla gerçek bir insan ruhunun yazarı olamaz. Tölen Abdik, sanat aşkı ile feraseti sayesinde bunu başarabilen nadir usta. Onun kaleminden çıkan eserlerde zulme karşı feraset savaşının açtığı ateş alev alev yandı. Bu alevden güç alan ruhumuz da onun her eseriyle birlikte olgunlaştı, insanlık yolundan sapmadan feraset meydanında yazarla birlikte zafere ulaştı.

      HAYIRSIZ CUMA

Çeviren: Darhan Hıdırali

      Aben İlyasoviç önündeki evraka imza attıktan sonra yüzünde şüpheci bir ifadeyle, “Bu yaptığım doğru oldu mu acaba?” dercesine tekrar bir göz gezdirdi ve kâğıdı asistanına verdi.

      – Bekleyenler var mı? Diye sordu, kapıyı gözüyle işaret ederek.

      Patronunun her hareketini dikkatlice izleyen, zarif giyimli yakışıklı genç:

      – Var, dedi.

      Aben, asistanı hariç kimsenin fark etmeyeceği bir hareketle başını hafif salladı. Çok geçmeden odaya kırk yaşlarında esmer, etine dolgun bir erkek girdi.

      – Affedersiniz, dedi ve nedense apışıp bir müddet kapıda öylece durduktan sonra düşecekmişçesine sallanarak yaklaşıp bakanın elini tuttu.

      Aben yumuşak bir sesle:

      – Oturun, dedi.

      – Affedersiniz.

      Gelen adam, ikinci ricadan sonra geri çekilerek, gelip bakanın karşısındaki koltuğa oturdu. Sanki “Burası benim oturacağım bir yer mi?” dercesine, cebinden mendilini çıkartıp terleyen alnını tekrar tekrar sildi.

      – Maruzatınız nedir? Dedi, Aben yumuşak bir edayla.

      – Ben sizlere bağlı Acısay fabrikası çalışanıyım. Sizden randevu talep edeli birkaç ay oldu. Nasip bugüneymiş…

      Aben, “Dikkatli bir şekilde dinliyorum, devam edin.” der gibi başını salladı.

      Sonrasında gelen adamın konuşması karmakarışıktı. Kendisinin nereli olduğunu, yetim olarak yetiştiğini, alın terinin hakkıyla geçindiğini ve buna benzer şeyleri içeren kendisine gerekli, fakat Aben için lüzumsuz olan bir hikâyeyi anlattı durdu. Eninde sonunda kendisinin fabrikada on seneden fazla çalıştığını, buna rağmen fabrika müdürünün kendisine baskı uyguladığını anlatmaya başlayınca Aben, eli farazi bir ipin ucuna yetişmiş gibi hikâyenin nereye vardığını kestirmeye başladı. İşin doğrusunu anlamak istercesine karşısındaki adama mütecessis bir nazarla baktı.

      İnce saçı bir tarafa titiz bir şekilde taranmış, gıdığı ve çenesinin üst kısımları çıkık olduğundan başının tepesi sivriliyor gibiydi. Kısa burun, ela göz, sokakta en sık rastlanılan bu yüzden hafızalarda fazla kalmayan silik bir tip. İnsana direk bakmıyor, utangaç, fakat çok göze çarpmayan bazı hareketlerinden, konuşma tarzından bakan dışındakilere, özellikle yanında çalışanlara arada bir çıkışabildiğini de anlamak mümkün.

      – Ne kadar özveriyle çalışırsan çalış, terfi ettirmez -gelen adam şikâyetinin esas noktasına yaklaştı- terfi için rüşvet vermek lazım. Dalkavukluk yapmak lazım veya akrabası olmak lazım. Yoksa bu hale düşersin işte…

      – Rüşvet aldığını ispatlayabilir misiniz?

      Aben, deminden beri yumuşak olan sesini biraz sertleştirdi.

      – İspatlayacak nesi var, herkes biliyor.

      – Herkes biliyor, sözü kanıt değildir.

      – Nasıl kanıtlanabilir ki? Rüşvetleri bana gösterip almadığı belli.

      – Rüşvet almak suçtur. Suçlunun da cezalandırılması lazım. Herkes biliyor gerekçesiyle dava açmak ise kanuni değil.

      Aben bunları müteaddit kere tekrarladığı laflar gibi uyuşuk bir edayla söyledi, zira bu tür şikâyetlerle gelen çoktu.

      Gelen adam bir kez daha mendiliyle yüzünü sildi, yakarış dolu bir ses tonuyla:

      – Ben