Oğuz Atahan Başaran

Gün Biterken


Скачать книгу

neden giremiyordu?

      “Nereye gideceğiz, bildiğin başka bir yer var mı?”

      “Yok!” dedi İbrahim. Üşümemek için yürümeye devam etmeye karar verdiler. “Yağan kara rağmen sabaha kadar sokak lambaları altında yürüdüler. Sabah olunca ortalık biraz ısındı, kar yağışı durdu. Ama öğleden sonra tekrar başladı ve ertesi güne kadar şiddetli bir rüzgârla birlikte devam etti. Dışarıda kalsalar tipiden boğulacaklardı. O yüzden kümeste beklediler.

      Kaldıkları eski tavuk kümesinin üç yanı tahtaydı. Tel olan tarafını da naylon ve kumaş parçalarıyla örtmüşlerdi. Tavanı çok alçaktı; ayakta durmak mümkün değildi. Onlar da içeri dizleri üstünde girip oturuyorlardı. Kümes soğuk ve karanlıktı ama hiç değilse kardan koruyordu onları.

      Çocuk, İbrahim’in bir köşeye çekildiğini ve hırıltılı, derin nefesler aldığını duydu. Tiner çektiğini anlamıştı. “Isıtıyor mu?” diye sordu ona.

      “Hayır!” dedi İbrahim. “Öldürüyor.”

      “Isıtıyor, biliyorum. Biraz koklayayım mı?”

      “Olmaz!” dedi İbrahim ince sesini kalınlaştırmaya çalışarak “Ciğerlerine yazık.”

      Çocuk başını öne eğdi. Önlem olsun diye dün sabah bolca topladıkları çöpleri dışarı çıktıklarında yakabileceklerini düşünüp rahatlamaya çalıştı.

      Rüzgârın şiddeti azalırken, yavaşlayan karla birlikte yağmur yağmaya başladı. Kesildiği zaman dışarı çıktıklarında bütün karların yağmurla eriyip sulandığını gördüler. O gece ne kar ne yağmur yağdı ne de rüzgâr çıktı. Gökyüzü açıktı. Birkaç yıldız bile görünüyordu. Fakat hava öyle bir soğuttu ki çocuk kısacık hayatında böyle bir şeye tanık olmamıştı. Soğuk kemiklerine işliyor canını acıtıyordu.

      Çöplerden yaktıkları ateş çabucak söndü; torbaların çoğu yağan yağmurdan ıslanmıştı. Çaresiz, kümeslerine dönüp birbirlerinin yanına sokularak beklediler. Çocuk, İbrahim’e “Çok üşüyorum,” dedi.

      “Ben de…” dedi İbrahim.

      “Yakacak bir şeyimiz yok mu?”

      “Yok!”

      İbrahim’e kümesin tahtalarını gösterince “Olmaz!” dedi İbrahim. “Onları yakarsak nerde yatarız.”

      Çocuk açlıktan yorgun düşüp soğuğun etkisiyle göz kapaklarının kapanmaya başladığını hissetti. Başını İbrahim’in dizlerine koyarken rüyayla karışık, onu düşünüyordu. Nerde tanıştıklarını ne zaman arkadaş olduklarını tam hatırlamıyordu. İbrahim ne zaman kendisinin gönüllü koruyucusu olmuştu? Ya da o mu onu kolluyordu yoksa! İbrahim kaç yaşındaydı? Kırk yaşında vardı herhalde ama daha yaşlı gösteriyordu. Kendini uykunun kollarına bırakırken derin, hırıltılı nefesler duydu. Sonra kokuyu aldı; İbrahim yine tiner çekmekteydi.

      Çocuk uyandığında kümesin tahtaları arasından içeriye günışığı sızıyordu. Hava belki dün gecekinden bile soğuktu. Başı hâlâ İbrahim’in dizindeydi. İbrahim de ceketini çocuğun üzerine örtmüş, üstüne yaslanıp yatmıştı. Onu uyandırmadan kalkıp ceketi tekrar İbrahim’in çıplak sırtına örttü. Sonra aklına geldi: Ceketin cebindeki tiner dolu şişeyi aldı. Kümesin tel tarafından içeri giren bir parça kumaşa döküp koklamaya başladı.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 23.03.2012)

      GÖÇMEN KIZ

      Bir bahar günü taşındı apartmanımıza. Genç, güzel, alımlı bir kızdı. Herkes gibi benim de ilgimi çekmişti. Gözüm hep üzerindeydi. Bir sabah, apartmanın arkasındaki küçük bahçede gördüm onu. Pencereden bakarken rahat rahat inceleme fırsatı bulduğum için seviniyordum. Az sonra sevincimin yerini şaşkınlık alacaktı.

      Bahçemiz, etrafı taş duvarlarla çevrili ekili olmayan bir yerdi. Ne bir ağaç vardı ne bir çiçek. Sadece, bu günlerde ara sıra yağan yağmurlar sayesinde birkaç parça ot bitmişti duvar diplerinde. Kız, eline bir kazma almış, bahçenin bir köşesini kazmaya başlamıştı. Pencerenin önünde öylece durarak yaptıklarını seyrettim. Nemli toprağı büyük bir güçlükle kazmaya çalışıyor, kazmanın ucu sık sık toprağa saplanıp kalıyordu. Kız, onu çıkarmak için daha büyük bir güçle tahta sapı çekiştiriyordu. Birden kazmayı yere attı ve apartmana geri döndü. Tam emin değildim ama sanırım pes etmişti.

      Ertesi gün aynı saatlerde, onu yine bahçede gördüm. Dün kazmakta olduğu yerde şimdi küçük bir çukur vardı. Çukurun yanında bir bel küreği duruyordu. Bir fidan, çukurun biraz uzağında yerde yatmaktaydı. Anlaşılan kız bahçeyi yeşillendirmek niyetindeydi. İşe geç kalmayı göze alarak, yine yaptıklarını seyrettim. O, toprakla uğraşırken vücudunun devinimlerini, saçlarının omuzlarının üstünde sallanışını hayranlıkla izliyordum. Neden bilmiyordum ama yavaş yavaş beni kendisine çekiyor gibiydi. Artık ona bakarken heyecanlanıyordum. Görünmekten korkarak tül perdeyi kapattım ve arkasına geçtim. Bu durumda bile kafasını kaldıracağını, pencereye bakacağını ve perdeye rağmen ona baktığımı göreceğini düşünerek endişeleniyordum.

      Aşağı inip bir “Merhaba,” dese miydim acaba! Bu düşünceden hemen vazgeçtim. Yanlış anlamasını istemiyordum çünkü. Sonra “Niye yanlış anlasın canım!” dedim kendi kendime. Fakat sesimi kontrol edememekten, duygularımı belli etmekten çekinerek, işe giderken bahçeye çıkamadım. Kıza da hiç görünmedim. Akşam döndüğümde bahçe, batan güneşin, dağların ardından gelen son ışıklarıyla alaca bir karanlığın içindeydi. Küçük fidan, kızın açtığı çukurun yerinde dikili duruyordu.

      Genç kız, bu fidanla her gün ilgilendi. Bir hafta boyunca başından ayrıldığını pek az gördüm. Bu sırada benim kıza karşı olan çekingenliğim gittikçe artıyordu. İlk geldiği sıralar onunla karşılaşmak için elimden geleni yapıyorken, şimdi mümkün olduğunca ondan kaçmaktaydım.

      Aradan birkaç hafta geçmişti. Kız artık bahçedeki fidanıyla daha az vakit geçiriyordu. Zaten fidanın da onunla ilgilendiği yok gibiydi. Hiçbir değişiklik yoktu. Dikildiği günkü gibi duruyordu. Yağan bahar yağmurlarına karşılık vermemiş, dalları tomurcuklanmamıştı. Ağaçlardan pek anlamazdım ama belki yeni dikildiği için seneye, belki de yaza tomurcuklanır diye tahmin ediyordum. Belki de kız yanlış bir fidan seçmişti. Fakat öyle değilmiş; bu ağaçların fidanları torbadan çıkarılıp toprağa dikildiğinde kısa sürede büyüyüp gelişmesi lazımmış. Oysa küçük ağaç hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu.

      Genç kıza, işe gitmediğim Pazar tatillerinden birinde bahçede rastladım. Aslında ben hiç bahçeye çıkmazdım. Sadece, onunla karşılaşmak umuduyla gezinmekteydim. Sürekli kaçmaktan yorulmuştum ve belki birkaç kelime de olsa konuşabileceğimizi düşünüyordum. Bahçenin diğer köşesinde olduğum için beni görmedi. Doğruca fidanının yanına gitti. Önünde durup çömeldi. Sonunda iyi bir fırsat bulmuştum. Ona yaklaşarak “Merhaba!” dedim. Dönüp bakmadı. Acaba duymamış mıydı? Yoksa aldırmıyor muydu?

      “Hava çok güzel değil mi!” diye devam ettim, orda olduğumu belli etmek istercesine. “Fidan için çok üzülmeyin. Kimse buraya daha önce bir şey dikmemişti zaten. İlk deneme başarısız olabilir.”

      Birden bana döndü. Gözlerinden yaşlar geliyordu. Yanına gittim ve onun gibi çömeldim. Neden ağladığını anlayamıyordum ama duygularım altüst olmuştu. Ne yaptığımı bilmeden elini tuttum. “Alt tarafı bir fidan… Yenisini dikmeniz için size yardım edebilirim,” dedim. O an elini elimden hemen çekti.

      “Gerçekten