yaşarsa ben de burada kalabilir ve size olumlu bir cevap verip vermemeyi düşünebilirim.”
Kız aramızdaki ilişkinin geleceğini bir anda yeşerip yeşermeyeceği belirsiz bir fidana bağlayarak apartmana dönmüştü. Giderken gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu. Peki, ben şimdi ne yapacaktım? Eğer ağaç bir canlılık belirtisi gösterirse kız burada kalacaktı. Bunu çok istiyordum. Öte yandan, bu kızın aklı yerinde değil gibiydi. Eğer kalmak isterse kalırdı. Eğer bana yâr olmak isterse olurdu. Bir fidanın verimsiz bir toprakta yetişmiyor oluşu onun suçu değildi ki! Sebebi ne olursa olsun yine de kararımı vermiştim.
Kızın ilk zamanlar yaptığı gibi ilgilenmeye başladım fidanla. Bilenlere danıştım. Kitaplardan yardım aldım. Kız her şeyi gerektiği gibi yapmıştı. Yeterli genişlikte bir çukur açmış, doğru mevsimde dikmişti fidanı. Etrafında küçük bir sulama çukuru, rüzgârda eğilmemesi için ona destek olan iki hereği vardı. Araştırdıkça kızın bu işi iyi bildiğini anladım. Bu fidan muntazam dikilmişti. Belki fidanın kendisinde sorun vardı. Bir süre bekledim. Sonra her şeyi göze alarak, aklımdan geçeni yaptım ve ağacı başka bir fidanla değiştirdim. Bunu bir gece vakti yapmıştım. Kızın fark etmesi mümkün değildi. Boyu ve çıkıntıları neredeyse birbiriyle aynıydı ve ne zamandır onunla ben ilgilendiğim için diğer değişiklikleri de umursamayacaktı. Yalnız bu kez tavsiye üzerine çabuk büyümesi için toprağını biraz gübreyle karıştırmış, sulama çukurunu geniş yapmış ve eskilerini sökerek yeni herekler bağlamıştım. Birkaç haftaya fidan tomurcuklanınca, kız nasıl yaptığımı soracaktı muhakkak. O zaman da bu değişikliklerden bahsederek diktiği fidanın canlandığına inanmasını sağlayacaktım. Fakat beklediğim gibi olmadı. Fidan önceki gibi sadece bir odun olarak kalmaya devam etti.
Kız toparlanmaya başladığını söyledi bana. Yakında gidiyormuş. “Nereye?” diye sordum. “Diktiğim ağacın yeşereceği bir yere,” dedi. Sonra aklıma bir cin fikir daha geldi. O gün gidip yeni bir fidan aramaya koyuldum. Tomurcukları, minik yaprakları hatta birkaç çiçeği üzerinde olan bir tane bulduğumda dünyalar benim olmuştu. Gündüzleri bu fidanı eskisiyle değiştirmem mümkün değildi. İşin kötüsü kız eşyalarını bir an önce toplamak için geceleri de çalışıyor, ışığı sabaha kadar açık kalıyordu. Ağacı değiştirdiğimi görmesi hiç iyi olmazdı.
Birkaç gün böyle geçti. Evimin kapısı çaldı. O gelmiş… Yarın gideceğini, gelip eşyalarını kiraladığı kamyona yüklemesi için yardım edip edemeyeceğimi soruyordu bana. “Tabi!” dedim gönülsüzce “Ama acele etme, belki bir mucize olur.”
Alaycı bir şekilde gülümsedi. Oysa ben bir mucizenin gerçekleşeceğinden emindim. Çünkü o gece kızın evinin ışıkları hep sönük kaldı. Tam zamanıydı. Elimde fidanımla bahçeye çıktım. Eskisini söküp çiçekli olanı diktim yerine. Her şey mükemmel görünüyordu. Kız artık burada kalabilirdi. Bana olumlu bir cevap verebileceğini söylemişti. Demek beni az da olsa beğenmişti. Kim bilir belki evlenirdik; aynı evde yaşardık; çocuklarımız olurdu.
O gece heyecandan sabaha kadar uyuyamadım. Güneş doğarken uykuya dalabildim ve bu yüzden çok geç uyandım. Gözümü açtığımda vakit öğleye yaklaşıyordu. Birden yataktan fırladım. Taşınırken kıza yardım edecektim. Nasıl da unutmuştum! Fakat unuttuğum başka bir şey daha vardı. Kızın taşınmasına gerek yoktu ki artık. Fidanın çiçek açtığını görmüş, evinde sevinçle oturuyor olmalıydı. Belki de bahçede oturuyordur. Orada beni bekliyordur.
Hemen pencereye çıktım. Gördüğüm manzara inanılmazdı. Gerçek miydi, hayal miydi emin olamıyordum. Bahçeye koşarak gittim. Küçük fidanın çiçekleri bir gece de solmuş, minik yaprakları kurumuştu.
Kız eşyalarını yüklediği kamyonuyla çoktan apartmandan ayrılmıştı. Burada bir aydan biraz fazla kalabilmişti. Tuhaf ama adını bilmiyorum. Tuhaf ama hiçbir komşumuz onu tanımıyor, nereye gittiğini bilmiyor. Sanırım onu bir daha hiç göremeyeceğim.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 18.03.2011)
İKİ GENÇ
Hasta adam aniden gözlerini açtı. Vücuduna bağlı sayısız kabloyla bir hastane odasında yatmakta olduğunu fark etti. Çok yorgun hissediyordu kendisini. Uyumak için yine kapattı gözlerini. Dört yıldır uyuduğunu bilmiyordu.
Yatağın hemen yanındaki bir sandalyede kollarını göğsünde kavuşturmuş, başı öne düşmüş, uyuklayan bir kız vardı. O da birden uyandı. Yatakta kıpırtısız yatmakta olan adama baktı. Az önce gördüğü, ona geçmişi hatırlatan rüyayı, sonra da geçmişi düşünmeye başladı.
Birbirlerini deli gibi seven iki genç beş yıl önce nişanlanmışlardı. Bundan bir sene sonra büyük bir kaza oldu. Birlikte, otomobilleriyle giderken karşıdan gelen başka bir arabayla çarpıştılar. Şimdi ikisi de buradaydı: Biri sandalyede oturuyor, diğeri dört yıldır bitkisel hayat yaşıyordu.
Kız, kazadan bir hafta sonra kendisine geldi. Nişanlısının da iyi olacağına olan inancını bir an bile kaybetmedi. Başında bekleyip durdu. Bir ay, iki ay, üç ay… Doktorlar artık adamın iyileşeceğine inanmıyorlardı. Hiç kimse inanmıyordu. Önce doktorlara karşı çıktı kız. Sonra ailesine, sonra herkese… Ne olursa olsun, onu bekleyeceğini söyledi.
Her gün gelip gitti hastaneye. Her gün onunla konuştu. İlgisine karşılık veremedi genç adam. Orada öylece yatıyor, makinelere bağlı sürdürüyordu yaşamını. Tabi buna yaşamak denirse! Sadece uyuyor, gülmüyor, kızmıyor, anlamıyordu. Kız yine de vazgeçmedi onunla konuşmaktan. Ona kitaplar okudu, şarkılar dinletti. Dünyada olup bitenleri anlattı. Dört yılda o kadar çok şey olmuştu ki; öyle ilginç, öyle güzel, öyle korkunç… Bir dolu iyi kötü şey yaşanmıştı. Bunların hepsini anlattı ona. Yorulmadan, bıkmadan her gün yaptı bunları.
Genç adam hiç bir tepki vermedi. Kız, yine de onun kendisini duyduğuna inanıyordu. Kazadan bir yıl sonra kıza yeni görücüler çıkmıştı. Herkes onun hâlâ nişanlı olduğunu unutmuşu sanki. Anne babası, komşular, dostlar, akrabalar… “Hayatını mahvetme!” diyorlardı. “Unut artık o çocuğu. İyileşmez o artık. Hem çok geçmez ölür gider. Boşuna bekleme.”
Dört yılda sayısız isteyeni oldu. Kız hiçbirini kabul etmedi. Başta sabrediyordu ama sonra her geleni kapıdan kovmaya başladı. Artık talipleri de azalmaya başladı. Yirmi beş yaşına girmişti. Yaşından dolayı değil, herkes onun deli olduğunu düşünmeye başladığı için kimse istemeye gelmiyordu. Gelse de o asla başkasıyla evlenmeyecekti. Genç adamı çok seviyordu. Söz vermişlerdi birbirlerine; ölene dek birlikte olacaklardı. Çantasından bir tabanca çıkardı. Üç gündür yanında taşıyordu bunu. Kısa bir süre bakıp tekrar çantaya koydu. Kararlıydı, eğer nişanlısı ölürse, o da peşinden gidecekti.
Görevliler refakatçilere ve hastalara yemek dağıtıyorlardı. Odaya girdiler ve kıza da bir tepsi verdiler. Kız, görevlinin tuhaf bakışlarını üzerinde hissetti. Artık herkes ona bir tuhaf bakıyordu. Bu yeni bir durumdu aslında. Çünkü herkes alışmıştı onun bu çaresiz hastanın gönüllü refakatçisi olmasına. Yıllardır hastaneye gelip gidiyor ve hademeler dâhil bütün personeli tanıyordu. Fakat bu bakışlar farklıydı. Üç gün önce görmeye başladığı çok tuhaf bakışlardı bunlar.
Kız, sonun yaklaştığını biliyordu artık. Nişanlısı ölmek üzereydi. Genç adamın anne ve babası, oğullarının fişinin çekilmesi için onay vermişlerdi. Belgeyi imzalamak üzereydiler. Kızın duruma alışması için de birkaç gün beklemeye karar vermişlerdi. Yapabileceği hiç bir şey yoktu zaten. “Keşke daha önce evlenmiş olsaydık,” dedi kendi kendine ve yanındaki yarı cansız adama. “O zaman kimse bana sormadan