Marsel Garipov

Ebedî Aşk


Скачать книгу

geçirdiği bir şehir, burada dostları, akrabaları var.

      MEVLÜDOVLAR

      1907 yılının bir yaz sabahının ilk saatlerinde eşyalarını bir arabaya yüklemiş, Çulman nehrinden geçmek için ilk feribota yetişmeye çalışan bir aile, Çistay şehrinden yola çıkmaya hazırlanıyor. Anneleri, yolda ne olur ne olmaz endişesi ile şehrin en iyi arabacılarını kiralayarak iki kızı ile Kazan’a doğru yola çıkıyor. Anneleri, kız kardeşleri ve kendini Kazan’a götürmesi için Kazan’ın “Bulgar” adlı misafirhanesinin dükkânında çalışan oğlu Şakir’i Çistay’a çağırdı.

      Feribota binmek için birçok at arabası sıraya girmişti. Yaz güneşi altında yüzleri, elleri simsiyah olmuş feribot görevlisi, bunlara ait iki faytonu feribotun en sonuna alarak atları bağladı ve Şakir’e seslendi. Aynı zamanda Şakir’e seslenirken bir yandan da göz ucu ile yolculara baktı. Çistay bölgesine özgü yumuşak bir Mişer şivesi ile konuşan ela gözlü, hafif tombul, başı açık bir hanım da onların sohbetine katıldı. Bu kadın, genç yaşta dul kalmış ve hayatının büyük kısmını yetim çocuklarıyla geçirmiş. Annesinin yanında dönüp duran, 14–15 yaşlarında olan kızın adı Zeytüne. Olgunluk çağına giren kara gözlü, uzun yanaklı pek de sevimli, nazik bir kız çocuğu. Diğer kızı Zeytüne’den dört yaş daha büyük, olgun, çok mülayim, akıllı, edepli ve çok hamarat bir kız idi. Feribot nehri geçinceye kadar bu kız, elinde ördüğü işini bırakmadı. Annelerinin yanına Çistay’dan tanıdıkları gelip rahmetli babalarından bahsettiler. Onların babalarına Camcı Haydar derlermiş. O, zamanında medrese eğitimi görmüş, epey bilgili olmasına rağmen el emeği ile yaşamaya çalışmış ve ulemadan uzaklaşarak hayatını alın teri ile çalışarak geçirmeyi uygun görmüştür. Elinden her iş gelmesine rağmen o, cam işinde çalışmaya devam etmiştir. Camcı Haydar ayna yapmayı da bilirmiş, evlere tuğladan ocak yapmayı da. Elinden her iş gelirmiş. Ne yazık ki sekiz yıl önce çok gençken vefat etmiş ve beş çocuğunu babasız bırakmış. Büyük oğlu Şakir babasının vefat ettiğinde ancak on beş yaşında imiş. Dul kadın iki oğlunu da çırak olarak Ali Bey’in yanına vermek zorunda kalmış. İki kızını da besleme olarak vermiş. Küçük kızı Zeytüne’yi ise ne kadar zor şartlarda yaşasa da kendinden ayıramamış. Önce küçük evlerini satarak daha küçük bir odaya taşınmak zorunda kalmışlar. Daha sonra ağabeyleri ile Kızıl şehrine gitmişler. Biraz para kazanınca tekrar Çistay’a dönmüşler ve şehrin dışında çok küçük bir ev satın almışlar. Anneleri, sipariş üzerine tüccarların gönderdikleri börklerin astarını diker, para karşılığı durumu iyi olan akrabalarının çamaşırını yıkar, döşemelerini siler ve misafirleri geldiği zaman onların yemeklerini yaparmış. Yaptığı bu yemeklerden kızlarına da getirirmiş (O arada büyük kızı Bedricihan beslemelikten eve döner). Sıkıştıkları bazı zamanlarda annelerinin yeğeni, küçük bir tüccar olan Bahav da onlara yardım eder. Her hafta yetim kızlara birer sum7 verir. Bu arada Kizil’de olan Şakir ağabeylerinden her ay dört sum gelmeye başlar. Anneleri, son günlerde gelen bu paralarla ve gençliğinden beri çalıştığından biraz da olsa rahatlar. O, sırmalı kelepüşler8, kalpaklar, nakışlı havlular işler, gergef ile seccade, sofra örtüsü ve peçete gibi malzemelerin nakışlarını işliyor. Tabi ki paranın büyük bir kısmı börk astarı dikmekten geliyor. Onun yüz tanesi yirmi gümüş tiyen9. Bedricihan da Zeytüne de annelerine yardım ediyorlar. Kanaviçe işliyorlar, havlu başları, yatak kenarlıkları örüyorlar. Sokağa bakan çift pencereli küçük evde açlık nedir bilmeden yaşayıp gidiyorlar.

      Anneleri, kocasının hayattayken isteğini yerine getirerek kızlarını cedit usulü eğitim veren okula gönderiyor. O zamanlar bu tür okullarda da sıra yok. Öğrenciler yere oturarak kitaplarını rahlede okuyorlar, yazılarını rahlede yazıyorlarmış. Okurları tarihi bilgiler ile usandırmadan sözü Zeytüne’nin kendisine verelim. “1907 yılının yazında Kazan’a taşındık. Çistay’daki evimizi kiraya verdik… Kazan’da Zavod sokağında bulunan dört odalı bir daireye yerleştik. Ağabeyler tezgâhtar olarak çalışmaya başladılar. Ablam ile ben Rus-Tatar okuluna kayıt olduk.”

      Kızlar, okula gitmelerine rağmen boş oturmuyorlar. Mağazaların siparişleri üzerine elbiseler dikiyor, yastık kılıfı işliyorlar. Anneleri ile beraber çalışıyorlar. Bir gün öğretmenleri Emine Abla, birinci sınıfta okumalarına rağmen kızları üçüncü sınıf öğrencileri ile beraber Rus tiyatrosuna götürüyor. Çistaylı kızlar gösteriye hayran oluyorlar. “Ondan sonra” diye yazıyor Zeytüne, “Şakir ağabeye bizi tiyatroya götür diye yalvarmaya başladık.” Neden Şakir ağabeylerinden bunu istiyorlar? Çünkü ağabeyleri, Troitsk şehrinde yaşayan ileri görüşlü gençler ile amatör müzik ve tiyatro grubu kurmuşlar. Anneleri kızlarının tiyatroya gitmelerine iyi gözle bakmıyor. Annelerinin içinde şüphe uyandıran şey ise Zeytüne’nin “El-Islah” gazetesinde en son okuduğu “Tiyatro” adlı şiiri satır satır ezberlemesidir:

      Tiyatro aydınlığa nûra götürür,

      Geriye değil yarınlara götürür.

      Bir de pekiştirmek istercesine:

      Mukaddes o, büyük o, âli zat o.

      Tamamen hür ve çok geniş, azat o.

      Bu şiiri Tukay yazmış. Ah, ne kadar güzel ve hoş bir şekilde yazmış Abdullah! Şakir ağabeyi, Tukay’ın tiyatroya sık gittiğini söylüyor. Kızlar “Ah, bir görseydik o genç şairi!” diye hayal ediyorlar. Bedricihan’ın eğitime gönül vermesi, edebiyata olan aşkı zamanla Zeytüne’ye de bulaşıyor. Ablası, Tukay’ın tek kıtadan oluşan “Schiller Gibi” adlı şiirinin sözlerini defterine yazmış:

      Sen paylaş sevsen beni ilmin ve irfanın ile

      Ne bilsen de beraber paylaşalım onun ile.

      Zeytüne de okul kütüphanesinde bulunan bir dergiden Abdullah’ın “Sin Bulmasan” (“Sen Olmasan”) adlı şiirini defterine yazmıştı. Artık o şiiri ezbere biliyordu:

      Ey güzel! Ben yanmaz idim yandıran sen olmasan.

      Damlamazdı yere yaşlar ağlatan sen olmasan.

      Bir anda bırakırdım bu dumanlı kederleri

      Beni miskin edip kederlendiren sen olmasan.

      Bu, şairin bu sene yazdığı yeni şiirinden bir kıtadır. Tukay kime âşık olmuş acaba? Kim onun aşkına karşılık vermiyor, onu rencide ediyor? Geçen yıl şair “Kemne Söyerge Kirek?” (“Kimi Sevmek Gerekir”) adlı şiirinde

      “Bu dünyada seni kim sevmekte ki!

      Belalardan seni kim korumakta ki!”

      diye soruyor. Şair bu sorularına cevap bulmuşçasına “Senin aydınlık günün kime tansık10? Gerekirse, yaş yerine kara kan sık!” diye acı bir şekilde devam ederek “Dostum bu söz, sana son bir sözümdür. Kendini sev, sen sev kendi kendini!” diye keskin bir şekilde tamamlamıştı. Neden yirmi yaşındaki “Tatar bahtı için can atan” bir şair, kendi kendini sevecekmiş…

      DOSTLUK

      Bedricihan ile Zeytüne önce cedit okulunda eğitim alır, sonra Rus-Tatar okulunda eğitimlerini tamamlayarak zamane çocukları olarak yetişirler. Gençlik çağlarından beri eğitimde kullandıkları kitap ve defterleri boş zamanlarında tekrar ederler. Orada ne şiirler ne türküler yoktu! Çoğu da aşk konulu idi. Bunların bazıları tuhaf ve sırlarla doluydu. Bazen şüpheli