Kemal Beyatlı

Baharı Kim Kaçırdı?


Скачать книгу

yanında oturuyordum…”

      Çocuklar arasında bu ve bu gibi diyaloglara Hilmi ve Arif çok şahit olmuşlardı.

      Arif ile Hilmi idi gelenler.

      Sokağa ilk girdiklerinde komşulardan biri:

      “Gözün aydın Arif abi, bir kızın oldu.” Muştuyu vermişti.

      Arif yol arkadaşı, yıllarca beraber kamyonlarıyla gidip geldikleri o şehir benim bu şehir senin, arkadaşı can yoldaşı Hilmi’yi unuttu. Tabana kuvvet eve koştu. Türkan ve Saniye Teyze Gülboy’un yanındaydılar.

      Doğumun neden erken olduğunu Arif sormadığı gibi oradakiler da hiç söylemediler. Hatta Gülboy’un göğsünden süt gelmediğini de söylemediler. Arif, Gülboy’un alnından öptü. Bebeği kucağına aldı. Kokladı. Bebek ağladı.

      “Acıktı galiba!” dedi Arif gülmeyle sevinç yaşları arasında.

      Bebeğin açlığını gidermek için bebeği annesine uzattı. Gülboy bebeği aldı. Arif bekledi. Eşinin göğsünü çıkarıp bebeğin ağzına vermesinden –belki– kocasından utanıyor, diye bir adım geri attı Arif. Odadan çıkmayı düşündü bir ara. Bebek ağlamayı sürdürdü. Gülboy bebeğin fazla ağlamasına tahammül edemedi. Bebeği Türkan’a uzattı. Türkan’ın bebeği almasına Arif ilkin bir anlama veremedi. Gülboy Arif’in elini tuttu:

      “Otur” dedi.

      Türkan bebeği aldığı gibi dışarı çıktı.

      Arif bir şeyin ters gittiğini sezmiş gibi oldu. Gülboy kocasının daha derinlemesine endişelenmesine izin vermedi.

      Bir gün önce bombaların patlaması ve Gülboy’un aniden sancısının nüksettiği ve suyunun geldiğini, komşuların yardımıyla bebeği evde doğurduğunu ince ince anlattı. En zoru da göğsünden süt akmadığını dili titreyerek anlattı.

      Türkan’ın neden bebeği alıp diğer odaya geçtiğini o an Arif anlamış oldu.

      Gülboy’un göğsüne sütün gelmesi için Arif çok dua etti.

      Olmadı da olmadı.

      Olsaydı bile iş işten geçmişti artık. Bebek Türkan’ın sütünü emmiş oldu. Hem de birkaç kez.

      Arif, bir ara, Gülboy’un sütünün nazlandığını düşündü. Böyle bir saçmalığın annelik biyoloji yapısına aykırı bir düşünce olduğunu hatırladı. Gülümsedi. Kafasını salladı; bu saçma düşünceyi kafasından sildi attı. Böyle durumlar bazı kadınlarda doğumdan sonra sütü kesilirmiş. Etrafındaki kadınlar söyledi. Önemli olan Gülboy ve çocuk sağlıklı olmalarıydı. Şükür her ikisi de sağlıklıydı. Süt bulunurdu. Özellikle böyle akraba, eş dostların ve komşuların birlikte yaşadığı mahallede bebeğe süt bulmak hiç de zor olamayacaktı. Olmadı da.

      Savaş nedeniyle pek çok kadında değişik hastalıklardan kaynaklanan sütten kesilme olayı, toz süt dedikleri suni sütün de nadir bulunması yenidünyaya gelen bebeklerin anneleri için büyük endişe ve korkuya yol açmıştı. Çocuklu komşu kadınlar durumun vahametini bildikleri için olaya müdahale ederlerdi. Bebeklere kendi sütlerini verip bebeklerin asıl annelerinin çaresizliklerine karşı bir can simidi sayılırdı. Bazı güngörmüş kadınlar Kerkük’te Türkmenler arasında yaygın olan bir deyimi tekrarlar dururdu:

      “Türkmenler çayır kökü gibi hepsi biri birine akrabadır.” Belki de zaman zaman kıtlıklarda bebekleri kurtarmanın bir yolu olarak gündeme gelmişti; sütkardeşler.

      Çocuğa isim vermeye geldiği sırada kafası biraz karıştı Arif’in. Çünkü hayalinde Sacide ismi vardı. Gülboy’un sağlığı ve çocuğun sağlıklı dünyaya gelmesine karşı Allah’a şükredip secde anlamına gelen Sacide ismini düşünmüştü. Fakat anne göğsünün kuruması, isimde karar değiştirdi. Hani Gülboy’un göğsünün nazlandığını düşünmüştü bir ara. İşte o Naz kelimesi aklına geldi. Bir de süt vardı. Begler Mahallesi’nde Şakir Dayı’nın kahvesinde bazı akşamlar sohbetlerinde büyük usta şairlerin gazellerinde duymuştu. Evet, Gülboy’un göğsündeki sütün nazlanmasına ancak Nazlı uyabilirdi. Hem de Nazlı ismindeki ses uyumu ve müziğimsi bir hoş seda olduğu için, fazlasıyla hoşuna gitmişti.

      Bebek ilk sütünü Bahar’ın annesi Türkan’ın göğsünden emdi.

      Bahar ile Nazlı sütkardeş oldular.

      Bir farkla; Nazlı’nın babası vardı ve onunla her gün görüşüp yaşıyordu. İstediği zaman babasının koynuna girip uyuyabiliyordu. Babası işten gelirken koşarak kendini kucağına atabiliyordu. Babası da onu alıp havalara kaldırıyordu. Zaman zaman yer sofrasında babası kendinden önce kendi kaşığıyla Nazlı’ya yemek yediriyordu. Geceleri yatağın ucuna gelip alnından öpüyor ve üşümesin diye üstünü örtüyordu. Nazlı’nın babasının kamyon şoförü olduğu için bazen Erbil’e Musul’a bazen de Bağdat’a giderdi. Yani şehirlerarası kamyonculuk yapardı. İşi gereği birkaç gün evden uzak kalsa da yine eve dönerdi.

      Nazlı’nın babasına kavuşma şansı her zaman vardı.

      Bahar’ın böyle bir şansı artık yok.

      Bahar’ın okul arkadaşı Pınar da öyleydi. İstediği zaman babasının kucağına kendini atabiliyordu. Babasının iki bacağı dizlerinden yukarı kesik olsa da tekerlekli sandalyede gün boyu oturmuş olsa da yine kollarını açtığında Pınar ona koşarak kendini babasının kucağına atabiliyor ve sımsıkı onunla kucaklaşabiliyordu. Belki babası Pınar’ın böyle kendini hızlı ve sert bir şeklide kucağına attığında babasının canı yanıyordu yine de içinden “olsun kızım bu, onu kucaklamak çok hoş bir şey,” diyordu.

      Pınar’ın babası Abdüsselam, Cumhuriyet Caddesi’nin kavşağında teröristlerin önceden ayarlamış oldukları bombalı arabayı patlatmışlardı. Etrafa yayılan ateşten şarapneller ve parçalanan arabaların demir parçaları orada duranı, oturanı ve yayaları hiç affetmedi… Kiminin kolu, kiminin bacağı kiminin başı göğsü uçan şarapnellerden nasibini aldı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Yerlerde insan eti parçaları duvarlar dükkânların vitrinleri kana boyandı. Yaralıları ambulanslarla ve özel binek arabalarla Kerkük Hastanesi’ne götürdüler. Yolda kan kaybından iki kişi vefat etmişti. Kerkük Hastanesi’nde yeteri kadar araç gereç olmadığından ve sık sık yaşanan terör olaylarından hastaneler aciz kalıyordu. Tıbbî malzeme yetersizliği ve deneyimli doktorların çoğu ya suikastta öldürülmüştü ya da canını kurtarmak için yurtdışına kaçmıştı. Irak’ın genelinde hastanelerde yeni mezun olmuş deneyimsiz doktorlar tarafından hastalara yaralılara bakılıyordu.

      Bacakları kesilmişti Abdüsselam’ın. “Başka çare yok” demişti doktorlar. Pınar’ın annesi “buna da şükür, kocamın nefesi üzerimizden eksik olmasın o bize yeter” diyordu. Oğlu, lise son sınıftayken okulu bıraktı. Gündelik amele olarak çalışmaya başladı. Abdüsselam patlamanın olduğu yerde tekerlekli sandalyesiyle sigara satmaya başlamıştı. Böylece geçinip gidiyorlardı.

      Bazen de Pınar’ın annesi bir tatlı veya kurabiye yaptığında taze taze Pınar’la beraber babalarına götürürlerdi.

      “Bak baba sana ne getirdik,” derdi Pınar. O da yanaklarından öperdi.

      “Sen mi yaptım?” Babası sorduğunda.

      “Annemle birlikte yaptık,” derdi Pınar ve üçü birden gülüşürlerdi.

      Pınar da Nazlı da babalarıyla mutluydular.

      Bahar’ın böyle bir şansı yoktu…

      O şans bir gün doğacak mı?

      Hiçbir