Anar

Kerem Gibi


Скачать книгу

Memet Fuat Bey ile tanışamadım. İstanbul’dayken gazeteci ve şair dostum İrfan Ülkü aracılığı ile Memet Fuat Bey ile görüşmeyi kararlaştırmıştık, ama onu arayacağımız günün öncesinde kederli bir haber duyduk. Me-met Fuat Bey vefat etmişti.

      Şairin Moskova’daki dostlarından meşhur Rus yazar Konstantin Simonov ile birlikte on gün boyunca Türkiye’yi, -Ankara’yı, İstanbul’u- gezdik. Bu seyahatimizde sık sık Nazım’ı andık. Nazım Hikmet’in Moskova’daki tercümanları ve onun hakkında araştırma yapanların çoğuyla, mesela Boris Slutski, David Samoylov, Muza Pavlov, Radi Fiş, Sverçevskaya ve Trevskoy ile zaten tanışıyordum. Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog ve Nazım ile ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’i çok yakından tanıyordum. Moskova’da yaşayan diğer bir bilim adamı ve Türkolog, “Nazım Hikmet” ve “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı kitapların da müellifi olan Tofik Melikli eski dostumdur. Tabii ki, Nazım’ın tercümanlarını, onunla ilgili araştırma yapanları, onunla temasta bulunan insanları çok iyi tanıyorum.

      Bu yakınlarda, İstanbul’dayken düşündüm ki, şimdi Türkiye’de Nazım’ı şahsen -yani Nazım 1951 yılında Türkiye’yi terk edene kadar- tanıyanlar parmakla sayılacak kadar az. 1951 yılından sonra, şairi Moskova ve Bakü’den tanıyanların sayısı belki de Türkiye’de onu tanıyanların sayısından daha fazladır; ama maalesef Türkiye’de, Azerbaycan’da ve Moskova’da onu tanıyanların sayısı yıldan yıla azalıyor. Bu da acı bir gerçek…

      Türkiye’de -gençleri kastetmiyorum- benim neslimden olan insanlar bile benim Nazım’ı tanıdığımı öğrenince çok şaşırıyorlar. Onlara göre Nazım çoktan tarihe mal olmuş bir şahsiyettir…

      Türkiye, -şu andaki Azerbaycan ve Rusya gibi- siyasi ve ideolojik açıdan haddinden fazla kutuplaşmış bir ülkedir. Birçok siyasi parti olmasına rağmen, cemiyet esasen iki büyük kutba ayrılmıştır: Sağcılar ve solcular. Sağcılar ve solcular kendi içlerinde bile bir bütün halinde değildirler, parçalandıkça parçalanıyorlar. Solcular bazen duygusal davranarak sağcıları “tutucu, gerici, yobaz, faşist” diye adlandırıyorlar. Aynı şekilde sağcılar da solcuları ifrata varacak ölçülerde “vatan haini, Moskova uşağı, komünist ajanı” olmakla itham ediyorlar. Ben her iki tarafın birbirini yaftalamak için kullandığı bu kavramların (alıntı yapmaya mecbur kaldığım metinler hariç) hiçbirinden istifade etmeyeceğim; ancak sol, solcu, sağ, sağcı kavramlarını kullanacağım, çünkü onlar da kendilerini bu kavramlarla ifade ediyorlar.

      Türkiye’de sağcılar ve solcuların çatışmaları bazen aşırı şekilde oluyor. Mesela bir şehrin belediye seçimlerini solcular kazandığında, sağcılar belediyeye ait sinema ve tiyatro salonlarını bile boykot ediyorlar. Belediye seçimlerini sağcılar kazandığında ise o mekânlara -örneğin İstanbul’daki Karaca Tiyatrosuna- solcular ayak basmıyor. Bu siyasi çatışmalar “dil” gibi milli bir mefhumu bile etkiliyor. Sağcıların kullandığı dili -o cümleden onların tercüme ettikleri kitapların dilini- solcular; solcuların metinlerinin ve çevirilerinin dilini de sağcılar yadırgıyor, kusurlu buluyorlar. Bu durumu kendi kitaplarımın tercümelerinde de gördüm. Lakin sağın ve solun en çok tartıştığı meselelerden biri de Nazım Hikmet meselesidir. Bu konuyu kitabın ilerleyen sayfalarında etraflıca anlatacağım, ama burada bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum:

      Türkiye’de hem solcular, hem de sağcılar arasında çok değerli insanlar, -altını çizerek söylüyorum- gerçek vatanseverler var. Bunlar arasında benim şahsen tanıdığım ve saygı duyduğum yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler de var. Onların bazılarıyla iyi bir dostluğumuz da var, ama bazı Azerbaycanlılar gibi ben onlara kendimi şirin göstermek için asla ikiyüzlü davranmadım. Yani sağcıların arasında olduğum zaman bile Nazım’ın arkasında durdum, hatta ateşli tartışmaların yaşandığı meclislerde Nazım’ın büyüklüğünü ve samimiyetini ispatlamaya çalıştım. Böyle yapmasaydım, ben yalnız Nazım’ın ruhuna değil, babamın ruhuna da ihanet etmiş olurdum. En azından kendi geçmişime, hatıralarıma saygısızlık etmiş olurdum. Kuşkusuz çok iyi dostlarım var, ama belki sırf bu nedenle sağcılar arasında beni sevmeyenlerin sayısı da az değil. Solcularla bir araya gelince de o dostlarıma, Nazım Hikmet’in 1950’li yıllarda SSCB’ye geldikten sonra, Sovyetler Birliği’nin iç yüzünü ve kötülüklerini görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını, olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum. Elbette bu da çoğu solcunun hoşuna gitmiyor. Bunları şunun için yazıyorum ki, Türkiye’de “Kerem Gibi” kitabını okuyacak olan sağcılar “komünist şair” hakkında kitap yazdığım için bana darılacaklar; solcular ise Nazım Hikmet’in hayal kırıklıklarını kaleme almış olmamdan hiç hoşlanmayacaklar. Olsun! Ben sadece hakikati, elbette duyduğum ve idrak ettiğim hakikati yazıyorum. Amacım asla sağ ile solu tekrar karşı karşıya getirmek değil. Aksine bu hakikat, yani Nazım Hikmet’in dünya görüşünün farklı evrelerden geçerek bazı değişikliklere uğramış olması, onun büyük bir şair ve büyük bir şahsiyet olduğu gerçeğine zerre kadar zarar vermeyecektir.

      Türk dilinin, Türk dünyasının bu en büyük şairlerinden birinin sanat dehasını idrak etmek, Türkiye kamuoyunu ayrıştırmaya değil, aksine poetika, güzellik, yüksek insani ve milli değerler etrafında birleştirmeye çalışmaktır.

      Nazım Hikmet hakkında kitap yazan ve benim şahsen tanımadığım, ama yazdığı kitaptan solcu olduğu anlaşılan bir yazarın, Hikmet Akgül’ün, “Nazım Hikmet – Siyasi Biyografi” adlı kitabında ifade ettiği düşüncelere katılmam mümkün değil. Akgül şöyle diyor:

      “Nazım Hikmet’in şiirini onun gibi okumak, onunla beraber yürümek, onunla beraber mücadele etmek için onunla aynı dünya görüşüne sahip olmak gerekir. Nazım’ın mirası da onlarındır…”

      Hayır, bence öyle değil. Nazım’ın ölmez yaratıcılık mirası, yalnız onun dünya görüşünü paylaşanların değil, bütün Türk halkınındır. Sağcısıyla, solcusuyla ve ne sağcı ne de solcu olan büyük çoğunluğuyla… Onun mirası, önce bütün Türk dünyasınındır, sonra bütün insanlığın…

      “Türk dünyası” ifadesine, eminim bazı solcular biraz ürkerek, şüphe ve endişeyle yaklaşacaklardır. Bazı sağcılar ise Nazım’ı bu dünyaya kabul etmek bile istemezler. Abesle iştigal etmektir bunlar. Halbuki Dede Korkut’suz, Yunus Emre’siz, Nevai’siz, Fuzuli’siz bir Türk dünyası olamayacağı gibi, Nazım Hikmet’siz bir Türk dünyası da olamaz.

      O Nazım Hikmet’tir ki, 1914 yılında, daha henüz çocukken şu mısraları yazmış:

      “

       Yine büyük Türk adı

      Dağlar, taşlar aşacak

      Yine Türk’ün bayrağı

      Kaleleri yıkacak

      Yine Türk’ün gemisi

      Denizleri aşacak

      Yine Türk’ün sanatı

      Avrupa’ya taşacak

      Yine Türk’ün sinesi

      Vatan aşkıyla dolacak

      İşte bundan emin ol

      Emin ol ki, olacak

      Yine Türk’ün tarihi

      Yıldızlı sayfalar yazacak.”

      Kırk beş yıl sonra ise şöyle demişti:

      “Memleketimi seviyorum:

      Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.

      Hiçbir