arzuhâlim var Bahadır Hân’a
Kalksın aradaki zaman perdesi
Tarihi gizleyen duman perdesi.
Akbaş’ın şiirinde zaman perdesi kalkar. Manasçının kopuzunda, Alpamısçının dombrasında olduğu gibi. Mısralar perde perde musiki olur; musiki eski zamanlara giden yol olur.
Zampok Eyin Pi?
Sanılmasın ki Akbaş’ın şiirinde sadece Turan var, destan var; karlı dağ, derin göl, çorak bozkır var. Onun kaleminde her şey şiir olur:
Leylâ’nın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
Kumsalda bir kedi gibi uysal
Dalgalar ayağımı yalıyor
Şiir oluyor
Bahçede çim biçiyor bir ihtiyar
Kokusu genzime doluyor
Şiir oluyor…
Evet, gören gözler, hisseden yürekler için her ânımızda, oturduğumuz kalktığımız her yerde şiir var. Şiir var ama şairin kalemi değerse şiir ortaya çıkar. Dilin ahengi mısralara yansırsa şiir ortaya çıkar. Anlam duyguya, duygu sese bürünürse şiir ortaya çıkar. Aksi “cambaz”lıktır:
“Zampok eyin pi?” Yani,
“İp niye kopmaz!…”
Diyor şair
Azizim
Niçin kopmasın ip?…
Siz bu kadar gererseniz
İp kopar
Cambaz düşer
Seyirciler dağılır
Ve bir anda
Yasa dönüşür eğlence.
Şiirin sesini, ahengini, içindeki ince duygu ve manayı yok eden şaire (müteşaire mi desem?) bir itirazdır bu. “İpi gerenler” deyince aklınıza kim geliyorsa işte onlar Türk şiirini, dilin sesini yok etmeye çalıştılar, şiir okuyucusunu dağıtmaya çalıştılar ama elbette yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen bir dil, birkaç “cambaz”ın kalemiyle ahengini kaybedecek değildi. Bizim hüznümüzün, bizim sevincimizin, bizim yasımızın, bizim zaferimizin şiirini yazan şairleri bu dil elbette var etmeye devam edecekti. Genç Korkut Akbaş’tan Ali Akbaş’a evrilen şairimiz işte bunlardan biridir.
Yakup Ömeroğlu ile
ALİ ABİ VE BAZI HATIRALAR
Yakup ÖMEROĞLU
İnsanların hayatındaki bazı küçük kesitler, onların ruh derinliklerini anlamak için büyük imkân tanır. O kısa sürelerde, âdeta insanın iç alemini, ruh dünyasının gizli köşelerini örten perdeler kalkar ve insan, bir anlığına makyajlarından arınmış olarak ortaya çıkar. Bu kesitler gece yağmurunda şimşek aydınlığı gibidir.
Ali Akbaş’ın 80. Yaşı anısına hazırlanan kitap için kaleme alınan bu yazıda, onun hayatında benim şahit olduğum ve onu daha yakından tanınmasına imkân sağlayacağını düşündüğüm hatıraları anlatmak istedim.
Bu yazı vesilesiyle düşündüm de ben, Ali Akbaş abiyi, 35 yılı aşkın bir süredir tanıyorum ve bu zamanın son 25 yılında çok yakın ilişkilerimiz oldu.
O bizim abimizdi, daha doğrusu büyük abilerimizdendi. Abilik, biraz hamiliği, biraz hocalığı arkadaşlık hamuru ile birlikte içine alır. Bu yüzden “abilik”, bizim nesillerde başkanlık, hocalık gibi pek çok ilişki türü ve unvandan üstün tutulur. Bir Kerkük türküsü, “ben sana bey derim, daim beyler bey olur” diyor. Abilik de öyle bir şeydir. Abilik ilişkisinin üzerine çok az şey çıkabilir.
Ali abi, bizden önce pek çok nesile de abilik yapmıştı.
Denebilir ki, Ali abi Ankara’ya tayin olduktan sonra Başkent’te kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenen pek çok insanın sanat anlayışına, düşünce yapısına tesir etmiştir. O abilik yaptıklarına gönlünün kapısını açtığı gibi evinin kapısını da açar ve muhterem eşleri Ayten abla bu gençlerin ablalık görevini de hiç sorgulamadan üstlenir.
Bizim Ali abinin evine davet edildiğimiz zaman Oran semtinde Anadolu sitesinde oturuyordu. Hâlbuki asıl efsane ev ortamı Emek Mahallesindeki evidir. Kimler misafir olmamıştı ki o eve: Bayram Bilge Tokel, Cemal Kurnaz, Yağmur Tunalı ve pek çok isim. Zamanın ruhundan ve Emek mahallesinin merkezi oluşundan mıdır bilmem o evin atmosferini yaşayanlar bugün de özlemle o hatıraları anlatıyorlar. Biz Anadolu Sitesinde Ali abinin evine davet edildiğimiz de oğulları Taşer ve Emre’nin bağlamalarını dinledik, küçük oğlu Selçuk ise bütün kaidelerini icra etmek istercesine zor söylenen, müzik yapısı ağır olan “Dağlar dağlar viran dağlar… ” adlı Balkan türküsünü söylerdi. Bu bir tür kültür mahfili olan evde yalnızca Ankara’da yaşayan gençler, kültür sanat adamları konuk edilmezdi. Türk Dünyası’ndan Ankara’ya yolu düşen şairler yazarlar da uğrar hatta bazıları günlerce Abinin evinde misafir edilirlerdi. Mesela Yakutistan’dan gelip Ankara Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan ve Saha Yakut kültür ve edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasına önemli katkılar sunan Yuri Vasley bunlardan biriydi. Onun ziyaretlerinin birinde ben de Ali abinin evindeydim ve merhum Yuri hoca aileden birisi gibi eve geliyor ve çocukların amcası olarak bu sıcak aile ortamını paylaşıyordu. Ama Türk Dünyası’ndan Ankara’ya gelip Ali abinin evinde misafir edilenlerden en ilginci Çuvaş Şair Raisa Sarbi olsa gerek. Sarbi Türkiye Türkçesini neredeyse hiç bilmiyordu ve Ayten abla da doğaldır ki hiç Çuvaşça bilmiyordu ama onların kendi aralarında yaptıkları sohbeti Ali abi uzun yıllar keyifle anlattı ve hayretle “anlaşamıyorlardı” diye bu sohbetten bahsederdi. Özbek şair Tahir Kahhar, Azerbaycanlı Doktor Ramiz Bey ve daha niceleri Ali abinin aile ortamını ve evini hiç çekinmeden ziyaret edenlerdendi.
Bu güzel evin insanlardan başka konukları da olurdu: Balkona gelen kuşlar… Diyeceksiniz ki bütün balkonlara kuşlar konar. Evet, ama Ali abinin misafirleri henüz yumurtadan çıkmış güvercin yavruları. Güvercinler balkonlarına yuva yaptığını görünce balkonun kapısını çekip onlar rahatsız olmasın diye uzun süre balkonlarını kullanmazlar ama balkon kapısından da onları keyifle izlerler. Ailece ve günü geldiğinde yumurtalardan güvercin yavruları çıkar anne babaları yavruları beslemektedir ama henüz yumurtadan çıkmalarına kısa bir süre olmuştur ki artık anne baba güvercinler görünmez olurlar işte bunu fark eden Ali abi 3 yavru güvercinin anne babalığı görevini de üstlenir. Bu çok zordur elbette, yeni doğmuş kuşlara ne yedirilir, onların sağlıklı gelişmeleri için nelere ihtiyaçları var, nasıl beslenebilirler, büyümeleri için ne yapmak gerekir, Ali abi büyük bir heyecanla önce bunları öğrenir ve hazırladığı mamayı balıkla yavru güvercinlerin ağzına vererek onları sevgiyle şefkatle büyütür ve günü geldiğinde artık yuvadan uçarlar onun bu merhametini şefkatini bilen dostları da yardıma ihtiyacı olan kuş yavrularını getirip ona emanet verirler. Mesela Naci Bostancı’nın anne babasını kaybeden kuşları Ali abiye getirip emanet ettiğini hatırlıyorum Ali abi o yavruları da büyük bir özenle besleyip büyüttü ve yuvadan uçurdu.
Abilik; biraz hamilik, biraz hocalık ve biraz da arkadaşlıktır demiştik ya bir kış günü görüştüğümüzde onun yorgun hatta biraz da üşütmüş ve rahatsız olduğunu fark ettim ne olduğunu sorduğumda anlattığı hikâye çok ilginçti:
Hasköy’de bir bekâr evine gitmişti gece. İki battaniyeyi koltuğunun