Öyle bir rehberlik ki; Sultanü’ş Şuara’nın (Şairler Sultanı) dediği gibi “Kalemlerine mürekkep yerine ciğerlerinden kan çekerek” Milletimizin iman ve ruh köküne bağlı Milli İslami ve insani değerlerle mücehhez bir nesil yetiştirmek için adeta çırpınıyorlardı.
Ne yazık ki Ali ağabeylerin gözlerinden dahi sakındıkları genç nesiller, yazarına “gençliğim eyvah…” diye feryat ettirecek bir kanlı oyunun içine çekildiler. Onlar artık bir savaş ortamının çocuklarıydı.
Okullar, üniversiteler, mahalleler, şehirler “kurtarılmış bölgeler” ilan ediliyor bu dayatmalara karşı çıkanlara hayat hakkı tanınmıyordu.
Bir tarafta “dünya emekçilerinin dayanışması” adına Sovyet ve Çin rejimine özlem duyanlar, Vietnam’a, Ho Chi Minh’e ağıt yakanlar bir tarafta da “her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” uranıyla kalkınmış bir Türkiye özlemi duyanlar… “Yaşasın Dünya Türklüğünün Bağımsızlık Mücadelesi” haykırışlarıyla esir Türk illerine selam gönderenler .
Toplum öyle bir cinnet hali yaşıyordu ki ölmek kadar öldürmek de çok kolaydı. Ölümle hayat iç içe geçmişti. Değerler ölmek ve öldürmek üzerine anlam kazanıyordu. Gençler katilin de maktulün de birbirini tanımadığı kanlı bir girdaba sürükleniyordu.
Orhan Seyfi ŞİRİN:
“Tepelerden kanlı aylar doğardı
Dev ömürler bir namluya sığardı
Saçlarımız bir gecede ağardı
Sizler o günleri bilemezsiniz”
mısralarında bu karanlık günleri dile getir mekteydi.
Ali Ağabeyler gözlerinden bile sakındıkları gençlerin yabancı ideoloji ajanlarının oyunlarına, darbeci heveslere, siyasi ihtiraslara kurban edilmelerine razı olamıyorlardı. Kendi dünyalarında sevgiden başkasına yer vermeyen Ali Ağabeyler cemiyetin yaşadığı bu buhran çağında fırtınalı denizlerde sığınılacak liman arayan gençlere yüreklerini açıp onlara
Hacı Bektaş-ı Veli’nin diliyle seslendiler:
“Gönlünüzü kavî tutun,
Hakk’a sarılın,
Diyar-ı Rum boş sanırsız,
Aldanırsız!
Daha bozkır;
Dağları emzirmededir.
Hele dağlar tavlanadursun,
Dağlar, el ele verip halaya dursun,
Gör ne oyun oynarlar,
O hem tabut, hem ana!…”
Ali Ağabeyin dağa taşa uçan kuşa ağıtlar yakması, çocuk yaşta öksüz kalmasının yanı sıra biraz da gözlerinin önünden kaybolup giden bu dağ gibi delikanlıların hazin sonuna hayıflandığındandır. Zira bu kanlı oyuna yakın akrabalarından ve öğrencilerinden de kurbanlar vermiştir.
Kimdi bu gençler?:
Bu gençler; “Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğerkâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezeli ve ebedi karakter güzelliklerini arayış gayreti içindeydiler.”
Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren ‘alperen’, ‘gazi, derviş’, karakterine sahip olmaktı çabaları.
Bu delikanlılar ‘gençlik’ hallerinden ancak pirifâniye yaraşan feragat ve istiğna hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini taşın altına koymuşlardı. Çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar… Öğretilmemiş , tevârüs edilmiş bir asaletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler. Din-i devlet mülk-i millet uğruna canlarını bile vermekte tereddüt etmediler.
“Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayası ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için ‘maznun’ iken de ‘mahpus’ iken de, ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.”
“Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık nâsiyelerinde gezdiren” bu nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nadir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesiydi. Çoğu taşralı, kasaba ve köylerden gelmişlerdi. Fikri donanımları, görgü ve bilgileri, hayat tecrübeleri belki eksikti ama istikametlerinin, kıblelerinin doğruluğundan asla şüphe edilmemelidir.
“Yaşıtlarının aksine, ‘oyuna ve oynaşa’ ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar.”
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp her türlü zulmü reva gördüler.
Kader onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü, bir kısmını da en verimli çağlarında tutsak etti.
Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.
Hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana babalarının cenazelerinde bulunamadılar, gelin olan kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar. Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı koyup süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler. Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular. Bir kısmı da ‘beni beklemesin, buradan çıkışım yok.’ diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.
** Ali Akbaş Ağabey’e…
17.02.1983 Bartın
Aziz Ağabeyim,
Kaç defadır ki kalemi alıyor ve bırakıyorum, öyle ya görüşmeyeli seneler oldu. Anlatacak, yazacak o kadar çok şey, dile getirilecek o kadar çok konu ve hasret var ki; hangisini yazmalı, hangisini anlatmalı… Hele de 1980’de bize şeref veren, layık olamadığımız alaka ve ağabeyliğinizin bir ifadesi ile bize ithaf ettiğiniz o muhteşem şiirinizden sonra bir teşekkür mektubu dahi yazamamanın mahcubiyetini taşıdım durdum. Sadece “Teşekkür ederim,” ifadesi çok yavan kalacaktı. Ne kadar gönlümün ta derinliğinden kopup gelse de memnuniyetimi ifadeye hiçbir zaman kâfi gelmeyecekti. Ama bunca zaman sonra da yine ancak “Teşekkür ederim,” diyebileceğim. Başkasını daha fazlasını şair gönlünüzün ifadesi o büyüleyici güzellikteki mısralarınıza karşılık gelecek bir mektubu yazamamamın mahcubiyeti ile kıvranıp durdum işte.
Evet ağabey, yıllar yılı bitmeyen ve daha da bitmeyecek olan hasreti ifade ne mümkün? Bazı şeyler ancak anlatılmaz, yaşanır. Yahut da gönüldeki acıları, hasretleri, sevinçleri, hüzünleri, hayalleri ifade edebilmek için bir “Ali Akbaş” Ağabey olmalı ki şairlik de Allah vergisi. Nasiplenene ne mutlu… Yine de yazamayacaktım ama Doğuş’un son sayısında “Masal Çağı”nın basıldığını görünce sevincim sonsuz oldu. Âcizane tebriklerimi ve fikir dünyamıza armağan edeceğiniz yeni eserlerinizi, “İman Çağı” nı ve diğerlerini