herhangi bir akarı bulunmayan, o gelirin de bir küçük memurun standartlarının ötesine geçmeyen Ali abi, sorgulanamaz bir zenginlik izlenimi ile davranır, her zaman yarı aç gezen bizim gibi öğrencileri mutlaka evine götürürdü. Bu, sadece o gün için değil, ısrarlarına dayanamazsanız ertesi gün de onun başmisafiri olacağınız anlamına gelirdi. Ayten abla evin küçüklüğü ile yarışan daracık bir mutfakta, tıpkı o ev ve mutfak gibi sınırlı imkânlarla harikalar yaratır, sofrayı bir şenliğe çevirirdi. Ali abiye gittiğinizde, sadece yeme içme değil gönlünüz de dostlukla doyar, şiirden edebiyata ve nihayet müziğe kadar geniş bir yelpazede sohbet akıp giderdi. O zamanlar çocuklar Taşer, Emre ufaktı ve Elif de beşikteydi. Selçuk ise henüz dördüncü kardeş olarak dünyaya gelmemişti. Ali abi zengin edebî sohbetlerden küçüklerin de faydalanması için bir vesile onları da ortama dâhil ederdi. Nitekim daha sonradan Emre, usta bir saz icracısı oldu.
Ali abi şairdi. Şiir onun için her bir sesin her bir kelimenin ve elbette her bir anlamın incelikle dokunduğu, esasen iç dünyasında şekillenmiş şiirin ifadesini bulup kâğıda intikalinin hassas bir sanatkârlıkla şekillendiği en temel varoluş nedeniydi. Yazdığı şiirleri bize okurken, aslında iç dünyasındaki karşılığına ne kadar ulaşmış olduğunu araştıran tedirgin yüzünü görürdünüz. Arada size bakarken, tamam ben bu şiiri yazıyorum ancak karşıdaki bundan ne anlıyor, aynı ruh hâlini yakalayabiliyor mu, dikkatini yüzünden okumak mümkündü. Ancak sonuçta onun için şiir, Puşkin’in meşhur “Sen Çarsın yürü…” dediği anlayışla, kendi iç sesinin tekemmül etmiş hâli olarak anlamına ulaşıyordu. Onun şiirlerini okurken neredeyse telaffuz etmeye kıyamayacağınız bir nahiflik, duyan yüreklere hitap eden bir incelik, hayatın ahengine eşlik eden bir müzik ancak her zaman ahlak ve meydan okuyan vakur bir bu toprakların dili kendini gösterirdi. Şiirinde âdeta bir varlık olarak şairin aradan çekildiğini, kendini paranteze aldığını, okuyucusu ile bu toprakların sesini, sıcaklığını, o mahrem duyarlılığını, yiğitliğini, heybetini karşı karşıya getirdiğini görürdünüz. Onun sanatkâr tavrı, esasen bir sanat olarak gördüğü Anadolu toprağının, insanının şiirde dile gelme hâli olarak ifade edilebilir.
Ali abi için Anadolu, üst üste savaşlarla yanmış yıkılmış bir kolektif kaderin mübarek toprakları, küllerinden yeniden doğmasını bilmiş bir iradenin, cesaretin, aklın anıtı, çorak yapıyı berekete çeviren bir mucizenin Anadolu’ya yettiği gibi misakı millî sınırlarına hatta daha ötesine hayrı dokunan bir hayat kaynağıydı. Anadolu’yu en güzel şekilde sembolize eden söğüt ve serçeydi. Söğüt, kendiliğinden büyür, rüzgârlarda hışırdar, yorgun Anadolu insanını altında dinlendirir, serçe ise görenlerde merhamet uyandıran küçük bedeninden umulmadık bir hayatta kalma becerisini gösterirdi. Bizler, hayatlarımıza dikkatli bir şekilde bakarsak söğüt ve serçe ile ne kadar fazla benzerliklerimiz olduğunu görürdük. Anadolu’nun taşrasından büyük şehirlere savrulan serçelerdik evet, fırtına, tipi, kasırga ortalığı alt üst ederken, tıpkı onun gibi direnerek var olmanın yolunu bulan varlıklardık. Aynı zamanda söğüt gibi bizim olan bu topraklara kök salmak, fırtınaya rağmen her şartta ayakta durmak bizim karakterimizdi.
12 Eylül darbesi yapıldıktan iki ay sonra birçok insan gibi benim de gıyabi tevkifim kesilmiş, radyodan, televizyondan duyurulmuştu. Henüz gıyabi tevkifin anlamını dâhi bilmiyordum, sözlükte buldum: Yokluğunda tevkif. Yani seni bulamamışlar, senin yerine kimliğini, kişiliğini bir müzekkere ile gözaltına almışlar. Tuhaf bir durum, yaptıklarıyla yetinseler ve artık beni rahat bıraksalar iyi olurdu ama işler öyle yürümüyordu. İfadelerin imasından başka türlü bir hikâye çıkmazdı. İçeriye düşenlerden hayırlı haberler gelmiyordu. Sürekli bir işkenceden, ağır baskılardan, kafes diye bir yerden bahsediyorlardı. Kafese bir anlam verememiştik, ne demekti? Kuş kafesi gibi bir yere mi insanı hapsediyorlardı? Sonradan elbette öğrendik. Mamak askerî alanı içinde kapalı spor salonunu içten demir parmaklıklarla çeşitli bölmelere ayırmışlardı. Tutuklananları bir “başlangıç terbiyesi” için bu bölmelere atıyorlar ve günlerce, akla mantığa uymayan “eğitim” yöntemleriyle dayaktan geçiriyorlardı.
Darbeyle birlikte herkes bir tarafa dağılmış, arkadaşlar arasında neredeyse temas kalmamıştı. O zor şartlarda paranın pulun, kalacak yerin ne kadar zorluklar doğurduğunu herhâlde anlatmaya gerek yok. Yine de fedakâr kimi arkadaşlar, gizlice eski tanıdık insanlardan, darbenin bulaşmadığı sosyal çevreden yardımlar alıyor, bunu kaçaklara üçer beşer dağıtıyorlardı. Ben de bir süre, aranıyor olmama rağmen, hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yurttaki odamda günleri dolduruyordum. Yurtlarda arama olacağı haberi gelince, bana bir tanıdığın evinde yer buldular. Sabah erkenden yedide verilen adreste olmalıydım. Ortalığın asker kaynadığı, her yerde kimlik kontrollerinin yapıldığı bir dönemde, verilen adrese söylenen saatte vardım. Kapıyı çaldım fakat açan olmadı. Birkaç kere daha çaldım, yine açan olmadı. Adres doğruydu, üstelik sanki içerde birisi var gibiydi ancak öyle anlaşılıyor ki, kaçak birisini saklama riskini son anda üstlenmek istememişti. Terk edilmiş, yüz üstü bırakılmış, küskün, üzgün ruh hâli içinde, her ne olursa olsun diyerek tekrar yurda döndüm. Yaşadığım hayal kırıklığı ve âdeta kişisel kaderimle baş başa kaldığım duygusu sebebiyle yakalanmak anlamını kaybetmişti. En kötüsü işkence görür, sonra da henüz bilmediğim, sadece filmlerden gördüğüm, kitaplardan okuduğum hapishaneye kapatırlardı beni. Tam o günlerde Ali abinin beni evine çağırdığı haberi geldi. Bazen sokakta, caddede kimi tanıdığım insanlara rastladığımda âdeta vebalıymışım gibi benden kaçanlara şahit olduğum bir zamanda Ali abinin daveti büyük fedakârlıktı. Kendi başına herhangi bir şey gelse ailesine ne olacağı şüphesiz bir endişe konusuydu. Çekinerek gittim. Ali abi beni candan karşıladı, hiç aranma konularına girmedi, âdeta evin bir ferdi gibi uzun süre onların evinde kaldım. Ayten ablanın yakın ilgisi, Ali abinin en ufak tedirginlik hissettirmeyen sıcak tutumu o süreçte bana çok iyi gelmişti. İnsanlık, karakter sahibi olmak, zorlu şartların sınamasından geçecek bir kişiliği bulunmak nitelikleri olağan zamanlarda sadece bir kelime, hayatın çalkantılı anlarında ise test edilen özelliklerdi. Ali abi hayatının her döneminde insani niteliklerin sahibi olduğunu gören gözler kadar; görmeyen, körelmiş vicdan sahiplerinin de açıkça şahit olacağı şekilde ortaya koydu.
Hapse girdim, Mamak cezaevinde yattım, çıktım, hayat meşgalesinin içine daldım, okuryazarlık beni bir kader gibi üniversitede hoca olmaya götürdü. Kırk küsur yıllık bu dönemde Ali abi ile çok çeşitli temaslarımız oldu, sohbetler yaptık. Çocuklarının büyümesine şahit olduk. Ayten ablanın her zaman elinin lezzetinin ürünü olan sofralara oturduk. Dönüp baktığımda dile getirilecek ne çok hatıra, paylaşılan ne çok duygu, ortak keder ve ümit olduğunu görüyorum. Bütün bunları bir yazının hacmine sığdırmak imkânsız. Şimdi yaşadığımız hayatların kulvarlarından, ilişkiler biraz farklı aktığı için sık görüşemiyoruz. Arada telefonlaşıyor, birbirimizden haberdar oluyoruz. Çok yakın dostlarınız olur, görüşemeseniz bile onların orada olduğunu, bu gök kubbe altında soluklandığını, düşünmeye, üretmeye devam ettiğini bilirsiniz. Haberleştiğiniz zamanlarda aradan geçen zamanın kesintiye uğratmadığı bir yakınlığın ve sıcaklığın sözlere sarındığını, dile getirilmese bile kelimelerin gölgeliklerinde bütün canlılığıyla yaşadığını bilirsiniz. Ali abi ile ilişkilerimiz hep öyle oldu, öyle olmaya da devam ediyor.
Edebiyatımızın büyük şairi, Anadolu’nun sesi, söğüdün ve serçenin çocuğu Ali abiye Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. O, yaşı kaç olursa olsun, her zaman genç, her zaman bir çocuk safiyetiyle yazmaya, çizmeye ve düşünüp üretmeye devam edecektir.
KADER VE MANALAR ŞAİRİ