gönlünde taht kurdu. Azerbaycan’ın edebiyat ve kültür çevreleri ile tanıştı. O zamanlar, ben Azerbaycan genç yazarlar topluluğunun da başkanı idim. Gerek o toplulukta, gerek diğer görüşmelerindeki canlı temasları, öyle derin izler bıraktı ki, bu izler Azerbaycan topraklarından hâlâ silinmemiştir desem, belki de inanmayacaksınız. Şimdi, ben ne zaman Azerbaycan’a gitsem ve Ali Akbaş ile sohbetlere katılanlarla karşılaşsam, hemen Ali Akbaş’ı soruyorlar. İşin ilginç yanı odur ki, hep hafızasının vefasızlığından yakınan Ali Akbaş da, Azerbaycan’da görüştüğü bu insanların hepsinin adlarını birer birer sayıyor.
Azerbaycan’da misafir olduğu sürece, onun gitmesi gereken her yere gittik, birçok yeri gezdik, Ali Akbaş orada silinmez izler bıraktı. “Her şey eskiyip gider; efendilikten gayrı…” diye boşuna dememişler. İlk tanıştığımız günden sonra geçen bunca zaman zarfında o, efendiliğinden asla taviz vermedi.
Ali Akbaş Azerbaycan’a, Osmanlı kültür ve medeniyetini bir sünger gibi içine çeken ulu bir ermiş gibi gelmişti. Sanki Türkiye halkı uzun zaman ayrı düştüğü Kafkaslardaki kardeşlerine, örnek davranış sergileyebileceğinden kuşku duymadığı Ali Akbaş’ı seçmiş ve temsilci olarak onu göndermişti. Buna göre de diyebilirim ki, bu seçim asla tesadüfî değildi, bir kaderdi.
Ali Akbaş ile sazlı, sözlü akıp giden o bir aylık zaman dilimi nasıl geçip gitti; hiçbirimiz anlayamadık. Ayrılık zamanı gelmişti ama Dağlık Karabağ çevresindeki olaylar günbegün daha sert bir hâl alıyordu. Artık Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaş başlamıştı. Bu durumda Ali Akbaş’ın Ermenistan sınırından Türkiye’ye geçmesi çok zor olacaktı. Onun Moskova üzerinden geri dönüşünü sağlamak için sarf ettiğimiz bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı. Müracaat ettiğimiz makamlardan: “Sovyetler Birliğine nereden girmiş ise ülkeyi oradan terk etmelidir,” cevabını almıştık. Onu yeniden Ermenistan üzerinden Türkiye’ye göndermek için Ermenistan’la sınır bölgesi olan Kazak ilimizin valisine başvurduk, o zamanlar “İsahan” adlı yiğit bir dostumuz emniyet müdürlüğünde çalışıyordu. İsahan, kendi arabasıyla Ali Akbaş’ı sınıra kadar uğurlayacaktı. Vali bey, Erivan’da yaşayan bir Ermeni tanışını Kazak’a davet edecek ve vali beyin davet ettiği Ermeni’nin refakatinde, İsahan’ın arabasıyla gideceklerdi. Ali Akbaş ile Kazak şehri ile Ermenistan sınırında vedalaştık. Bizim onu Türkiye sınırlarına kadar uğurlama şansımız kalmamıştı. Bu gidişimiz, Ermeniler arasında kuşku uyandırır ve böylece Ali Akbaş’ın Türkiye’ye dönüşünü de engellemiş olurduk. Şimdi bu olayları sakin kafayla yazmak çok kolay ama o zamanlar, tehlike hat safhada idi. Bu yüzden Ali Akbaş’ın dönüş yollarındaki tehlikeler ve içimdeki kaygılar, onun Türkiye’ye ulaştığı haberi gelinceye kadar, içimi parçalamıştı.
Onun gidişinden sonra, derin bir boşluğa düşmüştüm. Ali Akbaş demiri çeken mıknatıs gibi etrafındaki her şeyi çeken, etkisi altına alan biriydi. Azerbaycan’a yaptığı bu zorlu seferinin, sonraları Ali Akbaş’a tüm Türk Dünyası’nın, Avrasya’nın kapılarını açacağını kim bilebilirdi ki.
Onun hakkında bir şair, bir dost, bir dava adamı, çok yönlü söz açılabilir. “Bir adam az değil, bir milyon adam çok…” demişler. Millet fertlerinin sayısı ile değil, mertlerinin sayı ile millet olur. Ali Akbaş da mert bir oğul ve hiç kuşkusuz, sahip olduğu millî ülküyle ile “seçilmiş” bir insandır.
O, Türkiye’ye döndükten sonra yazdığı şiirlerin birçoğunu; ‘Kutlu Taş’ı, ‘Göygöl’ü, ‘Türküler’i… ve diğer şiirlerini “Gençlik” dergisinde yayımlamaya başladım. O zamanlar, daha Azerbaycan’da Latin alfabesine geçiş hayal bile edilemiyordu. Ama ben Ali Akbaş’ın şiirlerini, Türkiye’de basıldığı biçimde; yani Latin alfabesi ile yayınlıyordum. Bu Azerbaycan gençliği tarafından çok büyük bir ilgiyle karşılanıyordu. Bütün kalbimle diyebilirim ki, Ali Akbaş o dönemde, millî değerlerimizi mecazlarla ilmek ilmek işlediği şiirleriyle, Azerbaycan’ın özgürlük mücadelesinde, bizimle birlikte mücadele ediyordu.
Yıllar geçmiş, devirler değişmiş, Türkiye’ye gitmek sırası bana da gelmişti. Ama Azerbaycan’da olaylar öyle hızla gelişiyordu ki, o zamanlar Türkiye’ye gelmem söz konusu bile olamazdı.
Ali Akbaş ile ikinci görüşmemiz iki buçuk sene sonra, Türkiye’de gerçekleşti. Bu buluşma öyle bir dönemde oldu ki, Azerbaycan’da Kanlı Yanvar olayları olmuş ve Bakü kırgını yaşanmıştı. 1990 yılının Mayıs ayında, Bakü’den İstanbul’a ilk turist seferleri başlamıştı. Yüz elli kişilik gençlik ekibinin başında, ben de İstanbul’a uçacaktım. Türkiye’ye geleceğimi, daha önceden Ali Akbaş’a haber vermiştim. (Burada İstanbul’a Atatürk Hava limanına ilk inişimin o coşkulu anlarını genişçe yazıp konuyu dağıtmak istemiyorum.) Ali Akbaş ile İstanbul’da görüşmüştük ve iki gün boyunca yıllar yılı görmeyi istediğim ve gıyabında özlediğim şehrin, Türkiye’nin havasını doya doya içime çekmiştim.
Bu arada, Kayseri’de, ilk Büyük Azerbaycan Kongresi olacağını duymuştuk. Sadece “Gençlik” dergisindeki Türkçülük faaliyetlerimden dolayı da olsa benim o kongreye katılma hakkım vardı. Ama birileri hakkımı yemişti. Bizde böyle bir atasözü var, “Sen kendi hesabını yapadur, gör feleğin ne hesabı var.” Öyle de oldu… İstanbul’u gezerken, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı binasının karşısından geçerken, ilgimi çektiği için içeri girdiğimde, benden gayrı Azerbaycan’da adımını atsan yüzlercesi ile karşılaşacağın türden herkesin burada olduğunu görmüştüm. Beni Vakfın başkanı Saygıdeğer Turan Yazgan’la tanıştırdılar. Turan bey, benim ismimi çok önceden duyduğunu söylemişti. Özellikle “Gençlik” dergisindeki faaliyetlerimden bahsetti. Ve hiç tereddüt etmeden beni de kurultaya davet etti. Ama benim vizemin süresi bitmek üzereydi. Sovyetler Birliğinin İstanbul Başkonsolosluğuna bir dilekçe yazdırdı ve vize sorunumu anında çözdüler, Ali Akbaş ile daha bir süre daha birlikte kalmak şansı elde etmiştim. Trenle evvelce Ankara’ya gidecek, Ali Akbaş’ın mübarek ailesi ve dostları ile tanış olacaktım. Sonrasında Ali Akbaş beni kurultayın gerçekleştirileceği Kayseri’ye götürecekti. Ali Akbaş’ın uğurlu kademi sayesinde, yıllar yılı arzusunda olduğum Türkiye seferim, öyle başarılı olmuştu ki, kısa sürede birçok tanış ve dost edinmiştim.
Ve önce de dediğim gibi başka topluluklardan farklı olarak, sadece benim memleketim kendi özgürlüğünü kanı pahasına kazandı ve yeni bir özgürlük dönemi başladı. Çok geçmeden Elçibey’in önderliğinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinde değişimler başladı. Beni “Gençlik” dergisi genel yayın yönetmenliğinden, Azerbaycan radyo ve televizyon kurumu başkanlığına getirmişlerdi. Görevim süresince Türkiye ile Azerbaycan arasındaki iyi ilişkiler kurulmasına çok çaba harcıyor, büyük gayret gösteriyordum. Azerbaycan’ın demokrasi yolunda hızla ilerlediğini gören dış güçler ve onların yurt içindeki uzantıları bu süreci baltalamak için darbe girişiminde bulundular ve bizler görevimizi bırakmak zorunda kaldık.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, ölümsüz mısralarında böyle diyor:
“Kader beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı
Elindeyse beyazdan, gel de ayır beyazı.”
Kader, bana öyle bir ağ örmüştü ki, artık Türkiye’de yaşamak ve çalışmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Azerbaycan’da üç sene boyunca işsiz, parasız, pulsuz kaldıktan sonra, Türkiye’ye yüz tutmaktan başka çarem yoktu. Türkiye’de tanıdıklarım çok olsa da, “dost” olarak bildiğim bir tek Ali Akbaş vardı. Yıllar önce Ali Akbaş’ı karşıma çıkaran kaderin, ervah-ı ezelde