Анонимный автор

Ali Akbaş Armağanı


Скачать книгу

depremde doğan yayla güzeli.

*

      Gök mavi, göl mavi, her şey semavi

      Arşa çıkar ateşgahın alevi.

*

      Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar

      Bismillah demeden yıkanmasınlar…

*

      Asırlardır sevda çeken gönüller

      Ateşgah’da yanar, burada serinler…

*

      Bir sabah Göygöl’de peri kızları

      Yıkanırken siper edip sazları,

      Üstlerine gelmiş bir deli çoban.

      Kır papaklı sırtı heybeli çoban

      Bakmış ki gölbaşı peri tüneği

      Atmış üstlerine ak kepeneği.

      Bir anlık gafletten doğmuş Tepegöz

      Oğuzu uykuda boğmuş Tepegöz.

*

      Bir gece yarısı ay suya düşer,

      Çöllerde bir ceylan pusuya düşer.

      Dikkatle okunduğunda bu şiirde acılı, ağrılı, sancılı bir o kadar da şanlı, şerefli tarihimizin tüm evrelerinin, ince bir dantel gibi örüldüğünü görüyoruz.

      Bu şiiri, bir de şunun için öne çıkarıyorum ki, ben bu şiirin ilk mısralarının nasıl oluştuğuna da tanıklık ettim. Yukarıda da anlattığım gibi; bir güz günün de Ali Akbaş’ı, doğada oluşum tarihi bilinen, dağların kucağında karar kılan yedi bacının en güzel gölü olan Göygöl’e götürmüştük. O, sonraları Göygöl’e bu gidişimizi kâğıda böyle dökecekti: “Yıl 1988. Mevsim son bahar. Derin bir hüzün çökmüş yaylalara. Nizami’nin yurdu Gence’yi geride bırakıp Kepez dağına tırmanıyoruz. Kepez dumanlar içinde ve eteğinde bir peri uyukluyor. Dünyanın en sihirli suyu olan Göygöl bu. Biz üç şair… Bahta lanet okuyarak suyun aynasına dalıyoruz” Ve o dalış Ali Akbaş’a “Göygöl” gibi olağanüstü bir şiiri yazdıracaktı. İşin aslı bu ki, 1141 senesinde, Gence’de büyük bir deprem olmuş ve bu deprem nedeniyle Kepez dağının bir bölümü uçup, Aksu ırmağının önünü kesmiş. Göygöl’de böylece oluşmuştur. Bu, doğanın bir mucizesiydi. O dönemde Gence’de bir mucize daha gerçekleşmiş ve sonraları dünya edebiyatı tarihinde “Hamse”nin kurucusu olarak geçmiş Nizami Gencevi dünyaya gelmiştir. Tabii konumuz bu olaylar değil. Göygöl’ün güzelliği birçok şairin kalemine ilham vermiş ve ölümsüz eserlere konu olmuştur. Hiç kuşkusuz Ahmet Cevad’ın Göygöle yazdığı şiir, bunların başında gelir. Ali Akbaş ile Göygöl’ün etrafını çevreleyen çamların yeşil renginden renk ve ad alan bu dağlar meralı gölü, sevgi ve hüzünle izlerken, onun Türkiye’ye döndükten sonra Göygöl’le ilgili böyle ölümsüz bir eser yaratacağı hiç aklımıza da gelmezdi. Üstelik Ali Akbaş, bizim yazmadığımız, yazamadığımız şeyleri de dile getirecekti. Bu şiirin ahenginde, baştanbaşa bir hüzün hâkim:

      Şimdi yaylaların son baharıdır

      Dağları kaplayan süt buharıdır

      Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl

      Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl

      Uzar kıyısında bir sarı kamış

      Kendini seyreder sularda yaz kış

      Şimal küleğiyle kar geliyor, kar

      Sunamı tufandan koruyun dağlar.

      Bu ölümsüz mısraları okudukça Yetik Ozan’ı ve onun “Atmaca Uçurumu” kitabını hatırlıyorum. O da zamanında Ali Akbaş gibi Türk Dünyası problemlerini şiirlerine yansıtıyor ve o yerlerin lehçesinden bazı kelimeleri de mısralarında aynen koruyordu. Eğer örnek aldığımız mısralara bakılırsa kullanılan “şimal” ve “külek” sözcüklerinin Anadolu Türkçesinde pek kullanılmadığını görürüz. Buradan yola çıkarak şairin neden “kuzey” yerine “şimal”, “rüzgâr” yerine “külek“ kelimelerini kullandığını anlıyoruz. Çünkü Azerbaycan’da “Şimal küleği” denildiğinde Rusya’dan gelecek bir bela kastediliyordu.

      Aslında bakıldığında Ali Akbaş’ın şiirleri nerdeyse arı peteğine benziyor, peteklerde bir tane bile olsun, boş yüksüye rastlamak mümkün değil. Ali Akbaş da sanki her mısra ve hatta her söze özel bir anlam vermeyi, okuyucusunu simgelerle sınava çekmeyi başarıyor:

      Mesnevi okuyup geçtik Gence’den

      İçime bir sızı düştü inceden

      Elveda bağlarda üzüm derenler

      Üzümü unutup hüzün derenler

      Elveda adını unutan şehir

      Elveda akmayı unutan nehir

      Ata yadigârı Gence elveda

      Dalına kuruyan gonca elveda.

      Ali Akbaş o yerlerden geçtiğinde Nizamileri, Mehsetileri büyüten, onlara adından ad veren Gence şehrinin adı değiştirilmiş, Gence adı unutturulmuştu. İşte o nedenle üzüm derenler “hüzün deriyordu” ve Ali Akbaş, o nedenle “adını unutan şehre”, “akmayı unutan nehre” “dalında kuruyan goncaya” ağıtla karışık bir veda ediyor, el sallıyordu.

      “Kim diyor bir ömrün destanı bitir

      Çay taşır, sel gider, sahiller kalır.

      Adiler yıllara koşulup yitir,

      Zamandan zamana dâhiler kalır…”

      Sadece Göygöl şiiri bile, Ali Akbaş manalar şairi olduğunu söylemeye yeter. Manalar ebedi olduğu için Ali Akbaş da ebediyet şairidir.

      TÜRK ŞİİRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ YÜZ AKI

      Dr. Mehmet GÜNEŞ

      O; 4 Eylül 1942’de Maraş’ın Elbistan İlçesi’nin Maraba (Çatova) Köyü’n-de dünyaya gelmiş, ilkokulu köyünde, ortaokulu Elbistan’da, liseyi Maraş’ta okumuş, daha lisedeyken okulun açtığı marş yarışmasında birincilik kazanan şiiri “Maraş Lisesi Marşı” olarak bestelenmiş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş; ülkemizin çok çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği ve Gazi Eğitim Enstitüsünde müdür yardımcılığı yapmış Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, turkuaz düşünceli ve Türk Dünyası’na sevdâlı bir güzel insandır.

      “Kalemlerle ararız bilgi definesini

      Tatmışız çalışmanın zevkini hevesini

      Yakında bulacağız bu yolun zirvesini

      Engizek Yaylasından çiçekler deriyoruz.

      Çınlarken ufuklarda gençlerinin gür sesi

      Adını duysun her yer yaşa Maraş Lisesi

      Her sınıfın uğurlu birer mabet köşesi

      Seni yükselteceğiz sana söz veriyoruz3

      O; 1979-1982 yılları arasında Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezi’nde program yazarlığı yaptıktan sonra araştırma görevlisi olarak Hacettepe Üniversitesi’ne geçmiş, 1985’te Yapalak ve Ekinözü Ağızları