yeri bulunamayan esir kamplarında ömür tükettikten sonra ‘ana ben ölmedim!’ deyip çıkıvererek baba ocağına dönen seferberlik gazileri gibiydiler. Mahbeslerden salıverildiklerinde veya vatanlarına döndüklerinde bazılarının ana babaları ahiret yurduna göçtüğü için sığınacakları bir baba evi, aile ocağı bulamayanlar oldu. Bizi baba ocağına döndüğümüzde de Ali Ağabeyim yine ağabeyliğini göstermiş bizi armağanların en güzeli ile bir şiirle karşılamıştı:
“Kademinle coşsun ulu dereler
Dağlar çiçek açsın ilkbahar gelsin
Obadan obaya yayılsın haber
Göğümüze telli turnalar gelsin
Hasret kara saplı Yarpız bıçağı
Yolunu bekliyor baba ocağı
Bu yıl sürülerin döl döküm çağı
Ardınca sürmeli kuzular gelsin
Dağlara çık göğsünü ver rüzgâra
Billur pınarlarda saçını tara
Yayla yollarında geçmişi ara
Ovalar, yaylalar sana dar gelsin
Baba ocağına geldiğin hafta
Kurbanlar keselim Eshâbülkef’te
Özetlensin dertler uzun bir âhta
Bu davete Üçler, Yediler gelsin
Yamaçlar yeşerdi ekinler göcek
Avşar eli yaylalara göçecek
Yol boyunca kılavuz ol başı çek
Ayşeler, Mineler, Sunalar gelsin
Halaya dizilsin emmi kızları
Kızların cemâli sulardan arı
Yıllar var ki gözetliyor yolları
Sevinçle ağlayan analar gelsin
Gel Efendi’m Binboğa’ya çıkalım
Çıkalım da dağda ateş yakalım
Ufukları sarsın kırmızı yalım “
Sönen paslı yüreklere fer gelsin
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denilen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler.
“Beli artık genç değiller, kırışmış alın çizgileri, ağaran şakakları, dökülen saçları, bedenlerini şuradan buradan yoklamaya başlayan romatizma ağrıları ile bir nüfus sayımında Türkiye’nin gençlik ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler.” Şimdi çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle “aaaaah” demektedirler.
Ali ağabey, can ağabey ad gününüz kutlu olsun, evlatlarınızla , torunlarınızla siz çok yaşayasınız.
Çok şükür on kara günler kısmende olsa geride kaldı. Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurup başsız cesetlerimiz sokaklarda sürüklense de fırsat oraya da gelecektir. Türkistan’ın bereketli ovalarında soydaşlarımız “Pakhta Kölesi” olmaktan kurtulmuş kızıl yılanın 7 başı kurumuştur. Bebeklerin bile beşiklerinde vurularak kana bulanan Doğu Türkistan’da yeni Osman Batur Hanların esarete baş kaldırışı beklenmektedir.
“Yurdunu kaybeden adam” ın aziz naaşı “Huzruf” toprağında, ruhu kırım semalarında sonsuzluğu beklemektedir. Ve gün gelecek Kırım Türkünün öldüren feryadı da diğerleri gibi dinecektir.
Can Azerbaycan’da çiğnenen Karakalpaklar, Temiz duvaklar artık teselliyi azatlık türkülerinde değil zafer marşlarıyla yeni bir dirilişi muştulamaktadır. Çok şükür ki “Bir kere Yükselen Bayrak Bir Daha Düşmemiştir”.
Birleşmiş Milletlerde yıllardır yalnız dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız 6 kardeş bayrakla gururla dalgalanmakta siz ve bizlerde bunlara şahit olmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız. Öyleyse yeniden haykıralım:
“Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız
Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan
Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla
Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.”
SÖĞÜTÜN VE SERÇENİN ŞAİRİ
Naci BOSTANCI
Ali Akbaş ile ilgili bir yazı talep edildiğinde kendisini kaç yıldır tanıdığımı düşündüm. 40 hayır, 50… Geriye doğru gittiğimde bir başlangıç zamanı bulmakta zorlandım. Hafızamın zayıflığından değil, Ali abi ile tanışıklığın âdeta zamandan bağımsız niteliğindendi bu. Eğer bir insan hayatınızda çok önemli rol oynamış, insanlığı, nezaketi, fedakârlığı ile sizi dönüştürmüşse sanki hep hayatınızda varmış gibi gelir. Ali abi de öyle, doğdum ve hayatımda oldu, her ne yaşadımsa onun da olduğu bir zamanda yaşadım.
1976’da Siyasal Bilgiler Fakültesine öğrenci olarak geldiğimde Ankara gri bir şehirdi. Bozkırın ortasında, rüzgârın savurduğu topraklarla oluşmuş höyükler gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden çeşitli nedenlerle kopup gelmiş insanların, bir şehircilik düzeni içinde değil, tamamen sosyal ilişkilerin karakterince şekillenmiş bir yapısı vardı. Gecekondularla merkezin hem mimarisi hem insanları iç içeydi. Bir dolmuşa bindiğinizde çok kısa bir sürede âdeta farklı ülkelerden geçiyormuş duygusu uyandıran bir yolculukla gideceğiniz yere ulaşırdınız.
Ankara’yı gri şehir yapan Türkiye’nin o dönemdeki genel az gelişmişliği, siyasetin çatışmacı karakteri ve en önemlisi de toplumsal-politik olayların sebep olduğu cinayetler, katliamlardı. Seksen öncesi olayların çeşitli sebepleri sayılabilir ancak bana öyle geliyor ki, en önemli unsurlardan birisi coğrafi yakınlık ile tezat teşkil eden derin sosyal mesafeydi. Tabir caizse, yiyecek ekmek bulmakta zorlanan insanların lüks hayatlara şahitliği “bir hamlede bütün bu haksızlıklara son verecek radikal rüyalara” güç veriyordu. O dönemde genç olup, toplumsal sorumlulukları hayatının ödevi gibi görenlerin siyasal ütopyalara yüz çevirmesi imkânsızdı. Bu kocaman dünya karşısında ne yapabilirdin ki ancak başkalarıyla birlik olur, ortak bir siyasal hareketin parçası hâline gelirsen, işte o zaman dünyayı yerinden oynatacak sağlam dayanağı inşa edebilirdin. Düşüncemizin özeti buydu. Toplumsal sorumlulukların davet ettiği fikirlere yakınlaştıkça, çatışmanın acımasız ve çok gerçek dünyası militan bir romantizmin hayat kaynağına dönüşüyordu. “Bizler” adanmış gençlerdik, hayatımız mutlaka çok kısa olacaktı, o yüzden aldığımız her nefesi “aziz milletimiz” için almalı, her anımızı bir büyük rüyanın inşası için harcamalıydık. Takdir edilmelidir ki, taşradan kopup gelmiş gençler, büyülendikleri metropoller karşısında bir varlık ve kimlik sahibi oldukları duygusunu onlara kazandıran büyük anlatılara daha fazla açıktılar. Böylelikle, bir yanda morglardan kaldırılan genç cenazeler, diğer yanda her bir hücremize kadar sirayet eden militan romantizm dünyaya bakışımızı duyarlı ve mistik bir halenin ışığıyla aydınlatıyordu.
İşte Ali abi ile tanışıklığımızın sosyal panoraması çok kısa bir şekilde böyle özetlenebilir.