kimi zaman içerisine düştükleri zorlu şartlara rağmen yaşama sevincini yitirmediklerinden, tarihin ve bugünün ortak dokusuyla zenginleştirdikleri renkli yaşamlarından, tarihî sürecin tüm olumsuzluklarına karşın kültürlerine bağlı kaldıklarından birçok gezgin, tarihçi ve başka araştırmacıların yazılarında bahsedilir. Uygurlardan söz eden seyyahlardan biri de Marko Polo’dur. Polo eserinde Uygur Türklerinin yaşadığı Kaşgar, Yarkent, Hoten gibi pek çok bölgeden söz ederken Uygurların yaşama sevinciyle dolu kimseler olduğu, barışçı ve sanata dost bir hayat sürdükleri değerlendirmesini yapar (Öger, 2014: 72). Uygurların yaşama sevincinin sadece diğer insanları değil, canlı cansız tüm varlıkları içerisine alan bir mahiyet gösterdiğini söylemek mümkündür. Tabiatla iç içe yaşayan bir toplumun hayatını diğer insanlar kadar hayvanların, bitkilerin, toprağın etkilemesi esasında hayatın normal akışının da bir sonucudur.
Barışçıl bir halk olmanın her zaman barış içinde yaşamanın garantisi olamayacağı gerçeğini anlatmada kullanılabilecek en iyi örneklerden biri de Uygur Türklerinin tarihidir. Derin tarihî ve kültürel birikimin getirdiği geleneksel anlayış ile modern yaşamı sentezleyebilen; kısaca medeniyeti kendi kültür yapısında yoğurup en sade haliyle yaşayan Uygurlar birçok düşmanın saldırılarına hedef olur. Oysa Uygur Türkleri; tarih boyunca aynı bölgede yaşayan Moğolistan, Çin, Afganistan ve Keşmir bölgelerine doğru şartlar gereği yayılmışlarsa da ancak kendileriyle savaşanlara düşman gözü ile bakmalarının dışında kendileriyle dostane geçinen hiçbir komşu devletin toprağına göz dikmezler. Buna karşılık kendi topraklarına saldıranlarla da yüzyıllar sürecek savaşlara girmekten çekinmeyen bir tavır sergilerler.
Uygur Türkleri, Saltuk Buğra Han zamanında Müslümanların kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmesi ile Müslümanlığı benimseyerek o günden beri yaşadıkları bölgede İslamiyet’in bayraktarlığını yapar. Bu köklü inanç değişiminin sonrasında Uygur Türklerinin yaşadığı coğrafya; X. yüzyılda Türk Dünyası açısından da önemli eser sahipleri olan meşhur ilim adamları Divan-ı Lügat-it Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut, Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacip gibi âlimlerin yaşadığı ve yetiştiği bir ilim merkezi olur (Oğuzhan, 2018: 9).
Özellikle sanayi devriminden sonra kendilerini süper güç olarak ifade eden Batı devletleri ile Çin ve Rusya yakın veya uzak coğrafyalarda işgal hareketlerine girişerek bir taraftan kendilerinin hammadde ihtiyacını karşılayacak koloniler kurmayı hedeflerken diğer taraftan topraklarını ve tesir edebilecekleri kültür coğrafyalarını genişleterek köleleştirilmiş toplumlar yaratma çabası içine girerler. Bu tür girişimlerden en çok olumsuz etkilenen coğrafyalardan biri de hiç şüphesiz Uygur Türklerinin bin yıllardır yaşadığı Doğu Türkistan coğrafyası olur.
Başkentinin adı Urumçi olan bölge Tanrı Dağları ve Taklamakan Çölü’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Kadim Türk toprakları olan bu coğrafya aynı zamanda Türk mimari, sanat ve folklorunun da en nadir örneklerini geçmişten bugüne getiren önemli bir merkezdir. Yapılan araştırmalara göre Doğu Türkistan birçok türde zengin yer üstü ve yer altı kaynağına sahiptir. Bunların içinde özellikle öne çıkanlar 1 trilyon 50 milyar tonluk rezervi ile kömür, 66 tonluk zengin rezerviyle altın, 60 milyar tonluk rezervi ile petrol kaynaklarıdır. Ayrıca Doğu Türkistan verimli tarım arazisi niteliğinde 195 milyon hektarlık zengin ziraat arazisine de sahiptir (Gömeç, 2015: 330-331). Doğu Türkistan, coğrafya olarak çok verimli toprakların yer aldığı bir bölge olmasının yanında dünyada yerleşik hayata geçilen ilk yerlerden biridir. Bu sebeple üzerinde yaşayan ve bu yerleşik medeniyeti inşa eden Türk halkına da Uygar halk anlamına gelen Uygur isminin verildiği bilinmektedir. Bu imkânları ve tarihî perspektifi sebebiyle Çinliler tarafından işgal ve sömürü için ideal bir hedef hâline gelen Doğu Türkistan coğrafyası, aynı zamanda Türkistan’ın diğer bölgeleri üzerinden dünyaya açılan önemli bir ticaret yolu olarak da algılanır. Siyasî ve ekonomik anlamda zenginliklerin sahibi olmanın yanı sıra bu coğrafyayı askerî anlamda da stratejik bir merkez olarak değerlendirir.
Doğu Türkistan; bulunduğu bölgenin stratejik önemi, doğal zenginlikleri gibi birçok sebeple sadece yakın zamanda değil tarih boyunca yağmanın ve işgalin doğrudan ya da dolaylı hedefi olur. Özellikle Çin’in dünyaya açılan en önemli kapılarından biri konumunda olması dolayısıyla tarihin eski dönemlerinden beri Çin hanedanları ve hükümetlerinin iştahını kabartan bir coğrafya olur. Nitekim MÖ 60 yılında Doğu Türkistan’a yönelik ilk işgal hareketinin amacı Hun devletinin etkinliğini kırıp o dönemde Doğu Türkistan’da bulunan şehir devletlerini etkisi altına almaktır. Bu ilk işgal hareketi sonuç verir ve Hun devletinin çöküşü hızlanır. İkinci işgal girişimi ise MS 661 yılında Göktürk devletinin yoğun baskısından kurtulup Orta Asya topraklarına uzanmayı amaçlamaktadır. Çinliler bu hareket neticesinde kısa bir süreliğine de olsa bu amaçlarına ulaşır. 751’de yaşanan Talas Savaşı sonnrasında bölgeyi terk etmek zorunda kalırlar. Ancak Çinliler, tarihî İpek Yolu’nu kontrol altına almak ve Batı ile ticaret yapabilecekleri yolları ele geçirmek için stratejik öneme sahip olan Doğu Türkistan’a sahip olmaktan vazgeçmez. Hem ticaret hem de sınır güvenliği açısından Çinlilerin çok önem verdiği Doğu Türkistan coğrafyası Çinlilerin tarih boyunca Hun, Göktürk ve Moğol devletlerine karşı düzenlenen seferler için askerî üs olarak da kullanılır (Demirağ, 2014: 231). Burada verilen sebeplere ek olarak daha pek çok sebeple tarih boyunca bir mücadele sahası olan bu coğrafyada yaşayan insanlar sürekli teyakkuz halinde yaşar.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde Cungarların, Amursan’ın idaresinde 1755 tarihinde Çin ile yaptığı ittifak, Doğu Türkistan’ın Çinliler tarafından istilasını hızlandırır. Aynı dönemde Doğu Türkistan’a yardım götürebilecek konumda olan diğer Türk topluluklarına karşı da Çin’in kışkırtması ile Cungarlar ve Ruslar ciddi işgal hareketlerine girişir. Bu sebeple akraba topluluklarından da destek alamayan Uygurlar ciddi sıkıntılar yaşar. Çin’in daha sonraki dönemlerde Cungarlar üzerinde tam egemenlik kurması, bölgede daha rahat hareket etmesini sağlar. Bu gelişmelerden sonra Çin, 1755 yılından itibaren Doğu Türkistan’ı istila etme çabalarını artırır ve bu süreçle beraber Çin askerleri de Doğu Türkistan’a girmeye başlar.
1755 tarihinde başlayıp Yakup Bey’in iktidara geldiği 1865 yılına kadar süren 110 yıllık dönem tarihe Birinci Çin İstilası olarak geçer. Fakat bu dönemde halkın bir ve bütün olarak koordineli bir biçimde yaşanan işgal sürecine isyan edip karşı koyması sebebiyle bu işgal hareketi hedeflenen noktaya tam olarak ulaşamaz. Hatta Yakup Bey bu dönemde Kaşgar, Turfan ve Urumçi gibi bölgeleri de birleştirmeyi başarır. Rusların Batı Türkistan’ı istilası sırasında ortaya çıkan Yakup Bey Devleti İngilizler tarafından da desteklenir. Başta bir tampon bölge oluşturma amacıyla bu devleti kullanmak isteyen İngiltere, Çin ve Rusya’ya karşı bu devleti destekler. Yakup Bey de bir taraftan işgali engellemek için içeride gerekli adımları atarken diğer taraftan arasında kaldığı iki süper gücün saldırılarından korunabilmek ve devleti güçlendirebilmek için çalışır. Bu anlamda bir tedbir olarak Osmanlı devletinden de yardım ister. Fakat Osmanlı Devleti’nin o tarihte içerisinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartlar ile coğrafi uzaklık sebebiyle istediği desteği alamaz. Osmanlı devleti yapılan yardım çağrısına iltifat, dua ve sembolik olarak desteği ifade eden birkaç hediyeden öteye geçmeyen bir karşılık verir (Karaca, 2007: 219).
Netice olarak, XVII. yüzyılın sonuna gelindiğinde Yakup Bey’in kurduğu Kaşgariye Devleti, Çin ve Rusya’nın karşılıklı olarak bölgeyi işgal faaliyetlerinin yanında içeride yaşanan birtakım sorunların da derinleşmesi sonrasında yıkılır. Fakat Çin, Rusya ve diğer ülkelerin işgal ve yok etme hareketlerine karşı Uygur Türkleri sürekli teyakkuz halinde kalarak