babasının her zaman “iş”i var. İnsanlarda her şey için bedel ödemek lazım. Villa, şemsiye, et, ekmek, tasma için… Ve hatta yakında fokslara çift vergi olacağını söylüyorlar.
Ödemek için para gereklidir. Paralar yuvarlak, metal ve delikli olurlar, bu da Fransız bozuk parasıdır. Deliksiz olanlar franktır. Ve dahası farklı kâğıtlar. Kâğıt olanlar nedense daha pahalı ve beş franktan başlıyorlar. Bu paralar “iniyorlar”, “çıkıyorlar” saçma bir hikâye, ama ben insan değilim, bu beni ilgilendirmez.
İşte, para kazanmak için, “iş” yapmak gerekir. Anladınız mı? Zina’nın babası bir haftalığına Paris’e gitti, yanına Zina’yı da aldı, tabi Zina da beni.
Onun babası işte koşturmak mı? (her nedense işle her zaman koştururlar. Hiçbir zaman yürümez), Zina beni zincirledi, taksiye bindi (taksi neden böyle kötü kokuyor?) ve hayvanat bahçesine gitti.
Bahçe! Burası hiç bahçe gibi değildi, sadece mutsuz hayvanlar için bir hapishaneydi. Bir dakika bekleyiniz: Sırtımda bir pire var… Yakalayayım, her şeyi birer birer anlatacağım.
Ben kesik kuyruklu bir köpek yavrusuyken, Zina bana bu bahçeyi anlatırdı. “Orada nasıl bir gergedan var! Ve onun altında da nasıl çamur var! Ya sen, Mikki, elini yüzünü yıkamak istemiyorsun… Ayıp!” Elbette her şey doğru değil.
Gergedan yok. Ya can sıkıntısından geberdi ya da şehre kaçıp metroda saklanıyor, henüz ezilmedi…
Buna karşılık deve gördüm. Bizim kapıcıya benziyordu, sadece dudağı daha büyük ve her tarafı yün. Sırtındaki kambur ona yetmemiş olacak ki dizleri bile kamburlu. Dikenlerle ve görünüşe göre sirkeyle besleniyor. Ben ona gramofon iğnesi verirdim! O bir alçak, Zina ona ekmek verdiğinde dudak büktü, ekmeği yedi ve sonra onu Zina’nın fiyonguna tükürdü. Özgür olsaydın sana gününü gösterirdim…
Beyaz dişi ayı çok tatlı. Bir taş banyonun içinde oturuyor ve içerleniyor. Hele domuzlar! Dişi ayı sıcaktan o kadar bunalmış ki ona bir parça buz ya da dondurma koysalardı fena olmazdı.
Küçük çocuk dişi ayıya bisküvisini attı. Dişi ayı indi, silkelendi, kibar bir şekilde patisini başına götürdü ve yedi. Doyar mı hiç! Çocuk ikinci biskiviyi küçük parçacıklar halinde ufaladı: belli ki boğazında kalmasından korktu. Serçeler hepsini yiyip bitirdi. Niçin, onu niçin hapiste tutuyorlar ki? Zina’nın eski bir oyuncak ayısı var. Yarın derhal onu getirip dişi ayıya fırlatacağım: en azından oğlu yerine geçer…
Maymunlara hiç ama hiç acımam. Onlar korkunç yaratıklar, asla onlara bulaşmam. Yanaştım ve sadece yana doğru birazcık döndüm; dehşet kötü kokuyorlar… Ekşi sakız, çürümüş çaça ve biraz farklı yağlanmış domuz gübresi gibi.
Biri bana baktı ve diğerine şöyle dedi: “Bak, şu ucube köpeğe.”
Ben mi? Hav, deli! Ben miyim ucube? Sen nesin?
Zina’nın dolabına koşacağım, valeryan mantarını koklayacağım. Nasıl da kalbim çarpıyor!
Kaplan pistir. Kedinin büyüğü, hepsi o. Onu sütçü dükkânına saldıklarını hayal ediyorum. En az bir küvet dolusu kaymağı yutar, sonra sütçü kadını yer ve Bulon ormanlarına dinlenmeye gider.
Aslan görkemlidir… Yalnız bir ihtiyar. Derisi kırışıklık içinde, keldir ve kuyruğunu bile oynatmaya hali yoktur. Zina bir gün, aslanın kafesine bir köpek yavrusu koyarsan, aslanın onu çok seveceğini okudu. Beşini parçalar, altıncıyla dost olur. Bence en iyisi yedinci olmak ve özgürce dışarıda gezmek.
Bir de bizonlarımız var. Tüylü, boynuzlu, otlu bir kafası var. Bunlar neden var? Onunla ne oyun oynayabilirsin ne de kucağında taşıyabilirsin… Genel olarak dünyada çok fazlalık var.
Örneğin, kirpi. Ne işe yarar? Onunla şömine mi temizlenir? Ya da kanguru… Karnında çanta taşıyor, çantasında da yavrusu var. Onun derisi Zina’nın sütyeni gibi sırtında ilikleniyormuş gibi görünüyor. Çok saçma!
Çok şükür, ben foksum! Köpekler kafeslere konulmaz. Ama bazı cinsleri koysalar da olurdu. Sevimsiz köpekler! Hatta vahşi bile denebilir. Bizim karşımızda buldog Sezar yaşıyor, mutlaka bizim kapının önünde pislik yapmaya çalışıyor. Ondan intikam almalıyım. Nasıl mı? Çok basit. Onların da bir kapısı var…
Kafeslerde hiç insan görmedim. Ama bizim bahçıvanı kafese koymak gerekirdi! Aşçı kadınla birlikte. Kafese de “Köpek Düşmanları” yazmak gerekirdi. Ve onlara günlük bir tane lahana ve iki havuç verilmeliydi hepsi bu. Neden onlar beni beslemiyorlardı? Neden kendilerine yumurta, krema ve konyak çalıyorlar da, bana ise her zavallı kemik için bir tekme atıyorlardı?
Yılanları gördüm. İtfaiye hortumu gibi büyük ve uzun olanı bana baktı ve tısladı; “Bunu herhalde yutamam!” Canavar… Sanki sana canlı foks köpeklerini yutmaya öyle hemen izin verirler.
Filin iki kuyruğu var; önde ve arkada, ayrıca ağzında boynuzu… Bana isterlerse yüz kere bunun “hortum” ve “diş” olduğunu söylesinler, ben kuyruk ve boynuz derim. Zina fareye teleskopla bakılırsa fil olacağına inanıyor. Teleskobun ne olduğunu ise Tanrı bilir!
Evet… Görünüşe göre kuşlar dolap büyüklüğünde oluyorlar. Deve kuşları! Kuyruklarında öyle tüyler var ki tıpkı Zina’nın fotoğraftaki anneannesinin şapkalarındaki gibi. Bu tüylerden artık takan yok, deve kuşları süt vermiyorlar, demek ki devekuşlarını pişirmek ve içine kestane doldurup yemek lazım! Sen Mikki, devekuşunun pençesini kemirmek ister miydin? Yani, meraklı biriyim…
Geç oldu. Uyku zamanı. Kafamda ise dönme dolap dönüyor: maymun popoları, deve kamburları, fil tüyleri ve devekuşu hortumları…
Gidip biraz daha sakinleştirici koklayacağım. Kalbim nasıl da çarpıyor… Motosiklet gibi…
Midem bulanıyor! Ah… Aşçının yıkama kabı nerede ki?
Kalem dişlerimin arasında gıcırdıyor… Ah, ne oldu! Sinemada buna “trajedi” derler, ama bence daha da kötü. Paris’ten plaja geri döndük ve ben biraz afalladım. Kabinlerin önünde koşturuyor, dinlenen bayanların üzerinden atlıyordum; tanıdık çocukları, canlarımı kokladım ve keyifle havladım. Cehennemin dibine hayvanat bahçesi, merhaba köpek özgürlüğü!
Ve bitti… Parka döndüm, yeşil bir sokağa girdim, yabancı bir tarlaya düştüm, eski bir ayakkabıyı parçaladım, oradan kırsala, sonra yola, nakavt! Yolumu kaybettim. Bir taşa oturdum, titremeye başladım ve “ruhun varlığını” kaybettim. Bu zamana kadar “yokluğun” ne olduğunu bilmezdim…
Yolu kokladım: yabancı ayak tabanları, toz, lastik ve oto yağını… Benim villam nerede? Evler birden aynı oldu, çocuklar da fareler gibi birbirine benzemeye başladı. Denize uçtum, ama başka bir denize! Gökyüzü aynı gökyüzü değil, sahil boş ve pürüzlü… İhtiyarlar ve çocuklar kayaların üzerinden istiridyeleri kazıyordu, hiç kimse bana doğru bakmadı. Tabi ki şapşal istiridyeler evsiz foks köpeğinden daha ilginçler. Kum gözlerime uçuyor. Sahil otları tuhaf sesler çıkarıyor. O salak otlara hava hoş, bir yere sabitlenmişler kaybolmazlar… Gözyaşları büyük damlalar halinde suratımdan akmaya başladı. Ve en korkuncu ben çıplağım. Tasmam evde kaldı, tasmada ise adresim yazılıydı. Herhangi bir kız adresimi okur (ben bunu sağlardım) ve beni evime götürürdü. Uh, eğer denizde “gelgit” olmasaydı, kendimi boğardım herhalde. Ve büyük bir salak olurdum, zira nihayetinde bulundum.
Çardaktaki sarı çitin önünde telgraf direğine yaslandım ve başımı eğdim. Resimde kaybolmuş bir köpeği canlandıran böyle