bir insan olsaydım, köpekler için mutlaka bir dergi çıkarırdım.
Ne kadar zayıfladım, bir bilseniz. Zina’nın teyzesi eğer şimdi bana benzeseydi, çok memnun olurdu. Hep zayıflamak istiyordu. O ise bütün gün yemek yiyor ve tasmamı sıkıyor.
Kahrolası bahçıvan ve kapı bekçisi anlaşmışlar, tüm erzakı kendileri yiyor, bana ise sadece bu iğrenç yulaf lapasını hazırlıyorlar. Avludaki köpeğe büyük bir kemik ve bayat ekmekli çorba veriyorlar. O benimle paylaşıyor, ama ütüden daha sert olan bu kemiği nerede kırarım ki? Ya çorba… Böyle bir çorbayla restoranda tabakları yıkıyorlar!
Sütü bile esirgiyor, açgözlüler! Hâlbuki sütü inek veriyor, onlar değil. Sütü kendim sağabilirdim; inekle arkadaşız, ahıra her gidişimde gözlerime doğru soluyor. Lakin bu zavallı patilerimle nasıl süt sağarım ki?..
Bir şey düşündüm. Utanç verici, ama ne yaparsın yemek lazım. Yağmur kesildiğinde bazen yan taraftaki tanıdık restoran çalışanının yanına gidiyorum. Onun geceleri gramofon müziği eşliğinde dansları oluyor. Folksrot dansı yapıyorlar. Bunun bir çeşit köpek dansı olması lazım.
Ben arka patilerimin üzerine kalkıyorum, karnımı yukarı çekiyorum, dönüyor ve başımı sallıyorum. Tüm çiftler dans etmeyi bırakıyorlar… Halka olup, gramofonun duyulmayacağı kadar yüksek sesle kahkaha atıyorlar.
Bana öyle büyük bir porsiyon et ısmarlıyorlar ki güçlükle eve varıyorum. Dananın kemiğini ise dişlerimin arasında kahvaltı için getiriyorum…
Açlık yüzünden ne kadar da alçalabiliniyor!
İşin üzücü tarafı, başka küçük bir köpek yok. Onunla birlikte dans eder ve her zaman karnımızı doyururduk.
Sıkıntılarımın hepsini yazmam gerek, sonra unuturum.
Horoz durup dururken beni gagaladı. Ben ise sadece selam vermek için yanına gitmiştim. Koca sesli küstah şey ne diye sataştı ki? Ağladım, ağladım, yağmur suyu dolu kovaya burnumu soktum ve akşama kadar sakinleşemedim…
Zina beni unuttu!
Benim lapa dolu karnıma kara bir hamamböceği girdi, nefesi kesildi ve boğuldu. Ne kadar da iğrenç! Horozlar hariç kuşlar bir oraya bir buraya uçuşuyorlar; kediler de pisler, ama yine de hayvanlar. Ancak hamamböceklerini kim ne yapsın?
Yolda az kalsın otomobilin altında kalıyordum. Dönerken neden kornaya basmadıysa? Neden bana çamur fırlattı? Kim beni yıkayacak? Otomobillerden nefret ediyorum. Anlaa-mı-yoo-ruumm…
Zina beni unuttu!
Bostanlıkta yabani bir tavşanı korkuttum ve dikenli tele tosladım. Ah, ah, ah, ne acıttı! Zina eğer paslı demir seni kestiyse, hemen iyota sürtünmelisin demişti. İyotu nereden bulacağım? İyot ise yakıyor, biliyorum…
Fareler benim günlüğümde delik açmışlar. Artık bir daha fareleri sevmeyeceğim!
Zina beni unuttu!
Bugün bilardo odasında küçük bir parça çikolata buldum ve yedim. Bu artık üzüntü değil, mutluluk. Amma velakin mutluluklar o kadar az ki, onlar için ayrı birer sayfa ayıramıyorum günlüğümde.
Tavan aralarını sever misiniz? Ben çok severim. İnsanlar tavan aralarına en ilginç eşyalarını koyarlar, odalara ise en sıkıcı masaları ile salak konsollarını yerleştirirler.
Zina’nın teyzesinin dediği gibi, “ne zaman kalbimi kasvet bağlasa” avlunun bahçesinden içeri giriyorum, divana patilerimi koyup tavan arasına koşuyorum.
Tavan penceresinin ardında serçeler uçuşuyor, onlar da fare gibiler, sadece kanatlılar. Cikcikler! “Günaydın, sivouple!”
Sonra Zina’nın eski bebeğine selam veriyorum. Veremli bebek, tozlu delik deşik olmuş küvetin içinde duruyor, topuklarını yukarı dikmiş halde. Onu düzelttim, adab-ı muaşerete uygun olması için. Onunla Zina hakkında konuştum. Kuşkusuz kızın kalbi karahindiba. Bebeğini de, Mikki’yi de unuttu. İleride onun da kızı olunca her şey yeniden başlayacak… Yeni kız çocuğu, yeni bebek, yeni köpek. Hapşu! Ne kadar da tozlu burası!
Kırık avizeyi kokladım, plastik köpeği yaladım, zavallı köpeğin karnı delinmiş, köpek kamçısını parça parça ettim.
Patini uzatacak kimsenin olmaması hem sıkıcı, hem üzücü!
Eğer daha güçlü olsaydım, eski küveti çeker ve kendime tavan arasında bir oda yapardım. Eski divanın yerine papağan kafesini koyardım, benim yatak odam olarak. Çin bilardo masasının yerine kendime bir çalışma masası ayarlardım. Eğik bir çalışma masası, yazmak için çok iyi olurdu!
Soyunma odasını çatıya yapardım. Bu hijyenik ve hoş. Bir denizci mürettebatı gibi merdivenlerden yuvarlak cama doğru tırmanacağım.
Namlumu duman borusunun içine atarım! Hapşu! Hapşurdum, demek ki dediklerim gerçekleşecek.
Ah, yolda bir araç… Kimin, kimin, kimin? Yoksa? Zina geld…
Paris Rio D’assompsion (Uspenskaya caddesi), 16 numaralı binadaki üçüncü haftam. 3. katta, sağdaki ev.
Beni tanıyamazsınız, şöminenin önündeki döşekte porselen bir kedi gibi yatıyorum. Leylak kokuyorum, yandan yeşil bir kravat sarkıyor. Tasmamda da adres yazan gümüş bir kart var… Eğer konuşabilseydim, frank çalar ve kendime kolluk alırdım.
Zina okulda… Yan evin balkonunda iğrenç ötesi bir köpek duruyor. Kulaklarında ipler, gözlerinde ipler, dudaklarında ipler. Genel olarak ağlamalı bir manşon, çöp bezi, kördüğüm gibi köpek bağırsağı, ince sesli süprüntü şey! İsmi ne biliyor musunuz? Cio Konda… Kokuşmuş surat seni!
Balkonda kimse yokken, onu kızdırıyorum. Ah ne hoş! Ona arkamı dönüyorum, sokuluyorum ve beş dakika boyunca arka bacağımı oynatıyorum.
Ah, nasıl da sinirleri bozuluyor! Tıpkı otomobilin altındaki bir kedi gibi…
“Ay, ay, ay, uy, uy, uy!”
Yanıma hemen koşarak sahibi geliyor, onun gibi kısa, tüylü, göbekli, göbeğini gelirken kapatıyor ve aman Tanrım, neler neler söylüyor.
Yavrucuğum benim! Seni kim incitti? Ah zavallı gözbebeklerim benim! Harika patilim benim! Altın gibi kıymetli kuyrukçuğum!..
Ben ise kendi balkonumdan odaya doğru saklanıyorum, sanki yeryüzünde yokmuşum gibi, halının altında yuvarlanıyorum ve patilerimle burnuma vuruyorum. Çünkü ben böyle gülerim.
Aşağıda, yukarıda, sağda ve solda piyano çalıyorlar. Onların hepsinin burunlarına köpek namlusu takardım. Zina okulda. Neden kız bu kadar çok okuyor ki? Öyle ya da böyle büyüyecek, saçlarını kestirecek ve geniş koltukta bütün gün yuvarlanacak. Ben bu cinsi bilirim.
Dün çiftlikten bahçıvan geldi. Elma ve yumurta getirdi. Aşçı kadın için en iyilerini seçmiş (biliyoruz, biliyoruz!), en kötülerini de Zina’nın ebeveynleri için. İnsanları anlayın, gözlük takıyorlar, ama burunlarının dibindeki hiçbir şeyi görmüyorlar…
Öne doğru gizlice geçtim, sandalyeye çıktım ve paltosunun cebine balık bağırsağı koydum… Bırakın bilsinler!
Zina ile sinemadaydık. Çok heyecanlandım. Nasıl, nasıl insanlar, otomobiller, çocuklar ve polisler keten beziyle koşabilirler? Ve neden herkes gri, kara ve beyaz renkte? Boyalar nereye kayboldu ki? Neden herkes dudaklarını kımıldatıyor, sözcükler ise duyulmuyor? Çatı arasında küçük bir kutunun içinde kurumuş kelebekler gördüm, ama onlar hareket etmiyorlardı,