ışık, yaklaştıkça büyüyor ve daha fazla parlaklaşıyordu. Nihayetinde fark ettim ki bu ışık, dışarıya açılan bir yarıktan geliyor. Kendi kendime, Bu yarığın bir sebebi olmalı. Ya buna benzer başka bir çukura açılıyor ya da kendiliğinden oluşmuş bir şey… dedim.
Kafamda bu düşünceyle çatlağın olduğu yere doğru ilerledim. Anladım ki bu yarık, dağın arka tarafında bir yerdeydi. Vahşi hayvanların kazıyarak kendilerine açtıkları bir giriş yeriydi belli ki burası. Hayvanlar buradan içeri girip ölüleri yiyor, sağda solda dolanıyorlardı. Bunu görmek beni kendime getirmeye, hayatım için yeniden ümitlendirmeye yetmişti. Ölümü görüp yaşama dönebilmek… Âdeta bir rüyadaymışçasına yürümeye devam ettim. Oyuğu kazımaya, genişletmeye çalıştım ve nihayet kendimi yüksek bir dağın eteğinde buluverdim. Burası denize bakıyor, adadan bütün girişleri engelliyordu. Bu sebepten de şehirden kimse sahilin bu kısmına ulaşamıyordu. Büyük bir sevinçle Allah’a şükürler ediyor, kurtulabilme ihtimaliyle kendimi cesaretlendiriyordum. Sonra oyuktan içeri girerek mağaraya geri döndüm. İçeride muhafaza ettiğim bütün yiyeceği aldım ve ölülerin kıyafetlerini kuşandım. Cesetlerin üzerinde bulunan altın, elmas, inci gibi bütün pahalı mücevherleri aldım ve hepsini ölülerin kıyafetlerinden yaptığım bohçalara doldurdum. Oradan bir an evvel uzaklaşıp deniz kıyısına ulaştım ve yüce Rabb’im bana merhamet eder de bir gemi gönderir umuduyla beklemeye başladım. Bu arada her gün mağaraya geri dönüyor ve oraya canlı canlı bırakılan insanların yiyeceklerini ve değerli eşyalarını alıyordum. Bir süre böyle oyalandım. Bir gün yine oturmuş kendi derdime yanarken vahşi dalgaların sağa sola savurduğu bir gemi ilişti gözüme.
Bunun üzerine beyaz bir kefen parçası alıp uzunca bir sopaya bağladım ve kıyı boyunca koşmaya başladım. Gemidekiler beni görüp de sesimi duyuncaya kadar tülbendimi çözüp salladım, havaya sıçradım ve koşa koşa bağırdım. Onlar da beni almak üzere küçük bir sandal yolladılar. Yanıma yaklaştıklarında mürettebat bana seslendi:
‘Kimsin? Dağın bu tarafında ne işin var? Neden seni daha önce hiç görmedik?’
Bense, ‘Ben ticaretle uğraşırım. Bindiğim gemi batınca elimdeki mallarla beraber bir tahta parçasına tutundum ve gücümü toplayarak denizde ilerlemeye başladım. Yüce Allah’ın da dilemesiyle binbir türlü sıkıntının sonunda kader beni bu kıyıya ulaştırdı. Sonra da burada beni götürecek bir geminin gelmesini beklemeye başladım.’ dedim.
Nihayet beni sandala aldılar. Mağarada toparlayıp ölülerin kefenlerinden yaptığım bohçalara doldurduğum mücevherlerle birlikte gemiye doğru ilerledik. Gemiye vardığımda kaptan bana, ‘Buraya nasıl geldin? Bu dağın arkasında koca bir şehir var; ama şehirden buraya geçmek imkânsız. Uzun yıllar boyunca buralarda denizcilik yaptım fakat vahşi hayvanlar ve kuşlar dışında yaşayan herhangi bir canlıya rastlamadım. Senin hikâyen nedir?’ diye sordu.
Diğer denizcilere anlattıklarımı kaptana da anlattım ama şehirde ve mağarada başıma gelenlerden bahsetmedim çünkü bu gemide, adada yaşayan biri olabilirdi. Sonra yanımda getirdiğim incileri çıkardım ve bir kısmını kaptana vermeyi teklif ettim:
‘Efendim, siz benim buradan kurtulmama vesile oldunuz. Yanımda para yok ama lütfen bunları kabul edin. Bana yaptığınız iyiliklere ve gösterdiğiniz nezakete paha biçilemez ama…’
Fakat o, şunları diyerek incileri kabul etmeyi reddetti:
‘Gemisinden ayrı düşmüş bir adama denk geldiğimizde onu aramıza alırız. Yedirir, içirir, gerekirse giydiririz fakat bunların karşılığında ondan bir şey almayız. Hayır… Nihayet güvenli bir limana ulaşınca da onu oraya bırakır, kendisine para veririz. Ona karşı nazik olur, iyi davranırız. Bütün bunları da sadece ve sadece Allah rızası için yaparız.’
Ben de ona hayır duaları ettim ve uzun ömürler diledim. Burada olduğum için seviniyor, sıkıntılarımdan kurtulduğum için şükrediyordum. Başıma gelen felaketleri unutmaya çalıştım fakat ne zaman aklıma mağarada yaşadıklarım gelse dehşetle titriyordum.
Gemiyle yolculuğumuza devam ediyor, farklı adalara uğruyor, değişik denizlerde dolanıyorduk. Nihayet oldukça büyük olan Çan Adası’nda bir süre oyalandıktan sonra tekrar yola çıkıp Hindistan kıyısında bulunan Kala Adası’na ulaştık. Bu bölge kudretli ve kuvvetli bir hükümdar tarafından yönetiliyordu. Dahası, bu ada kâfur ağacı ve Hint kamışı bakımından da oldukça zengindi. Kurşun madenleriyse oldukça geniş bir alanı kaplıyordu.
Nihayet yüce Allah’ın da dilemesiyle Basra’ya vardık. Burada birkaç gün oyalandıktan sonra Bağdat’a, memleketime döndüm. Büyük bir keyifle evime ulaştım. Ailemi, dostlarımı bir araya topladım. Herkes geri döndüğüm için çok sevinçliydi. Getirdiğim eşyaları depolara yerleştirdim. Fakirlere ve dilencilere sadaka verip dulları ve yetimleri doyurdum. Hayatımın güzel, rahat günlerine geri döndüğüm için sevinçliydim.
İşte bu, dördüncü yolculuğumda yaşadığım maceraların hikâyesidir. Eğer yarın buraya gelmek nezaketini gösterirsen beşinci yolculuğumda yaşadıklarımı da anlatacağım ki o yolculuğumda yaşadıklarım çok daha ilginçtir ve sen, kardeşim Sinbad, her zamanki gibi benimle akşam yemeği yiyeceksin…” demiş Denizci Sinbad.
Denizci Sinbad hikâyesini bitirdiğinde herkesi akşam yemeğine davet etmiş. Sofralar kurulmuş, herkes karnını bir güzel doyurmuş. Sonra da ev sahibi, hamala her zamanki gibi yüz dinar vermiş ve bütün ahali evlerine dağılmış. Evden ayrılan herkes, duyduğu hikâye karşısında uzun uzun düşünmüş. Hamal Sinbad, büyük bir hayret ve neşe içinde geceyi kendi evinde geçirmiş. Gün doğup ortalık aydınlanınca da sabah namazını kılmış ve Denizci Sinbad’ın evine doğru yola koyulmuş. Denizci, onu her zamanki gibi selamlamış ve evine buyur etmiş. Diğer misafirler gelinceye dek de onunla oturmuş. Herkes geldiğinde yeme içme faslı başlamış. Sonrasında da ev sahibi hikâyesini anlatmaya koyulmuş.
DENİZCİ SİNBAD’IN BEŞİNCİ YOLCULUĞU
“Ah kardeşlerim… Dördüncü yolculuğumun ardından nihayet karaya ayak basıp da dinlenmeye ve kazandığım paraların keyfini çıkarmaya başladığımda yaşadığım bütün sıkıntıları ve kederleri unutuverdim; ancak nefsim beni yine ele geçirmişti. Seyahate çıkmak ve farklı ülkeler görmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Bunun üzerine bir miktar mal satın aldım ve yolculuk için kıyafetlerimi hazırladım. Bütün eşyalarımı yüklendikten sonra da Basra’ya gittim. Bir süre şehrin kıyısında, limanda dolandım. Ta ki yolculuğa çıkmaya hazırlanan yepyeni, güzel bir gemi görünceye dek… Bahsettiğim gemiyi satın aldım, eşyalarımı yükledim ve yolculuk süresince bana yardımcı olacak bir mürettebat kiraladım. Onları denetlemeleri için hizmetçilerimi ve kölelerimi görevlendirmiştim. Diğer denizciler de belirli bir ücret karşılığında mallarını yüklediler ve yolculuk etmek üzere gemiye yerleştiler. Sonra Fatihalarımızı okuduk ve büyük bir neşe ve mutlulukla yolculuk etmeye başladık. Birbirimize bereketli bir yolculuk ve bol kazanç dilemiştik.
Farklı denizlerde yolculuk edip değişik adalara uğradık. Yolculuk ederken denk geldiğimiz şehirlerin güzelliklerini keşfetmeyi de ihmal etmedik tabii… Böyle böyle ticaretimize devam ediyorduk ki birden ıssız mı ıssız bir adaya vardık. Bu adada yarısı kumlara gömülmüş kocaman, beyaz bir kubbe gördük. Tüccarlar bu kubbeyi incelemek üzere karaya indi ve ne olduğunu bile bilmeden taşlamaya başladılar. Bunun üzerine birden, beyaz kubbenin yüzeyi çatladı ve içinden çok miktarda su ile birlikte yavru bir kuş çıktı. Meğer bu koca, beyaz şey bir yumurtaymış… Adamlar da onu kıyıya taşıyıp boğazını kestiler ve etini yanlarına aldılar.
Bense