Оноре де Бальзак

Vadideki Zambak


Скачать книгу

etmeye çalışıyordum. Bir başıma bırakılmışlığımı kutsuyordum. Çakıl taşlarıyla oynamak, böcekleri gözlemlemek, gökyüzünün engin mavisini izlemek için bahçede kalabildiğim zamanlarda mutluluktan havalara uçuyordum. Yalnızlığım beni her ne kadar düşler âleminde yolculuğa çıkarsa da düşüncelere dalmaktan aldığım keyif, size birazdan anlatacağım, karşı karşıya kaldığım ilk mutsuzluklarımı tasvir edecek bir serüvene dayanmaktadır. Evde o kadar önemsizdim ki dadım sıklıkla beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, bir incir ağacının altına sessizce büzülerek çocukları saran ve bende vaktinden önce ortaya çıkan melankolinin neden olduğu bir çeşit duygusal zekânın getirisi olan, o meraklı tutkuyla bir yıldıza bakıyordum. Kız kardeşlerim eğleniyor ve bağrışıyorlardı; uzaktan işitilen gürültüleri, tıpkı düşüncelerime eşlik eden bir ezgiyi anımsatıyordu bana. Gece olduğunda gürültü birden kesildi ve annem, ne tesadüftür ki yokluğumu fark etti. Dadımız, korkunç Matmazel Caroline, azar işitmemek için evden nefret ettiğimi, kendisi de bana göz kulak olmasa çoktan buralardan kaçacağımı, aslında ahmak değil de sinsi bir çocuk olduğumu, bugüne kadar bakımını üstlendiği diğer çocuklar arasında benim gibi kötü huylusuna daha önce hiç rastlamadığını peşi sıra söyleyerek annemin yanlış değerlendirmelerini meşrulaştırmıştı. Daha sonra beni arıyormuş gibi seslendi, cevap verdiğimde, altında saklandığımı bildiği incir ağacının yanına geldi.

      “Orada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

      “Bir yıldıza bakıyordum.”

      “Yıldıza baktığınız yok.” dedi o esnada bizi balkondan dinleyen annem. “Sizin yaşınızda bir çocuk ne anlar astronomiden?”

      “Ah! Madam!” diye bağırdı birden Matmazel Caroline, su deposunun musluğunu açık bırakmış, tüm bahçe su içinde kalmıştı.

      Çok geçmeden evden uğultular gelmeye başladı. Kız kardeşlerim suyun akışını görmek için musluğu açıp eğlenirken suyun fışkırmasıyla üstleri başları birden sırılsıklam olunca korkudan ne yapacaklarını bilememiş, musluğu da kapatmadan kaçmışlardı. Böyle bir afacanlığı benim yaptığıma inandıklarından masum olduğumu dile getirdiğimde beni yalancı olmakla suçladılar ve ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama ne korkunç bir cezaydı bu! Yıldızlara beslediğim aşkla alay edildi ve üstüne üstlük annem, akşamları bahçeye çıkmamı yasakladı. Yetişkinlere kıyasla, zorbaca yasaklar çocuklarda daha güçlü bir tutkunun ortaya çıkmasına neden olur; çocukların karşı konulmaz bir çekicilik sunan o yasaklamayı düşünmeden edememek gibi bir üstünlükleri vardır. İşte ben de yıldızım yüzünden sık sık dayak yerdim. İçimdekileri kimseyle paylaşamadığımdan, bir çocuğun ilk düşüncelerini kekelediği, ilk kelimelerini söylemeye çalıştığı zamanlarda ben, yıldızıma acılarımdan bahsediyordum. Hayatın bir sabahında edinilen izler, insanın yüreğinde derin izler oluşturduğundan, on iki yaşımdayken okulda tarifi imkânsız bir hazla onu izlemeye devam ediyordum.

      Benden beş yaş büyük olan Charles, şu an ne kadar yakışıklı bir erkekse çocukluğunda da bir o kadar güzeldi. Babamın göz bebeği, annemin aşkı, ailemizin umudu, yani evimizin kralıydı. Sağlıklı ve gürbüz bir çocuk olmasına rağmen bir eğitmeni vardı. Sıska ve cılız ben ise beş yaşında şehirdeki bir yatılı okula yazdırılmıştım, babamın oda hizmetine bakan özel uşağı beni sabah götürüp akşam getiriyordu. İçinde pek az şey bulunan bir sepetle gidiyordum. Oysa arkadaşlarımın yiyeceklerle dolup taşan sepetleri vardı. Benim yoksulluğum ve onların zenginliği arasındaki uçurum, acılarımı daha da katlanılamaz bir hâle bürüyordu. Tours’dan getirilen ünlü domuz ezmesi ve domuz kıyması gün ortasında, yani sabah kahvaltısı ve evde yediğimiz akşam yemeği arasında, tükettiğimiz en önemli yiyeceklerimizdendi. Bazı boğazına düşkünler için sıklıkla sofralarında bulunan bu yiyecekler, Tours’da bulunan aristokrat sofralarında pek rağbet görmezdi. Okula başlamadan önce rivayetlerini işitmiş olsam da bir başkası tarafından, bir dilim ekmeğin üzerine benim için sürülen o kahverengi reçelin mutluluğunu hiç tatmamıştım. Okulda göz önünde olmasa bile benim o reçele olan ilgim hiçbir zaman azalmayacaktı çünkü bu, benim için tıpkı Paris’in en seçkin düşeslerinden birinin, kapıcıların hazırladığı yahniyi canının çekmesi ve soyluluğuna rağmen isteğinin yerine getirilmesi için duyduğu arzuya benzeyen sabit bir fikre dönüşmüştü. Siz bakışlarda saklanan aşkı nasıl kavrayabiliyorsanız çocuklar da açgözlülüğü hemen anlarlar. Bu nedenle onlar için harika bir alay konusu olmuştum. Hemen hepsi küçük burjuva çocukları olan arkadaşlarım, yiyeceklerle dolup taşan sepetlerini bana göstererek, onların nasıl hazırlandığını, yiyeceklerin nereden alındıklarını bilip bilmediğimi ya da benim sepetimde neden kavurma olmadığını sorarlardı. Kendi yağında sotelenen ve pişmiş mantarlara benzeyen bu domuz artıklarının tadını anlatırken kendilerinden geçiyorlardı; sepetimi karıştırıp Olivet peynirinden ya da kuru yemişten başka bir şey bulamadıklarında, “Senin yiyecek hiçbir şeyin yokmuş, öyle mi?” diye sorarak ağabeyim ile aramdaki farkı gözümün içine sokarlardı. Terk edilmişliğim ve diğerlerinin mutluluğu arasındaki bu tezatlık, çocukluğumun güllerini koparırken henüz yeşeren gençliğimi de karanlığa gömüyordu. Cömertçe bir hisse kanarak, ikiyüzlü bir şekilde bana sunulan ve canımın çok çektiği o kavurmayı yiyebilmek için uzattığım elim ilk seferde havada kalmış, neler olup bittiğini önceden bilen çocukların kahkahaları arasında benimle alay eden çocuk, ekmek dilimini geri çekmişti. En seçkin ruhlar bile yeri geliyor beyhude çabalarla boğuşuyorsa aşağılanan ve alaya alındığını fark edip ağlayan bir çocuk nasıl olur da bağışlanmaz? Böylesi bir oyunda kaç çocuk açgözlü, dilenci, korkak olur! Benimle uğraşmalarını engellemek için onlarla kavga ettim. Umutsuzluğun yarattığı cesaret, korkulan biri hâline getirmişti beni ama çevremdeki herkesin kin güttüğü kişi olduğumdan hainlik karşısında elim kolum bağlı kaldı. Bir akşam okuldan çıkarken sırtıma çakıl taşlarıyla doldurulmuş bir mendil fırlatıldı. İntikamımı fazlasıyla alan oda hizmetçisi, başıma gelenleri anlattıktan sonra annem bağırdı: “Bu lanet olası çocuk beladan başka bir şey değil!” Ailemde uyandırdığım tiksintiyi gözler önüne seren bu aşağılanmalar karşısında, tüyleri diken diken edecek bir güvensizlik duygusu içinde buldum kendimi. Evde olduğu gibi okulda da içime kapanmıştım. İkinci bir kar fırtınası, ruhumda gün yüzüne çıkacak tohumların çiçeklenmesini geciktiriyordu. Haylaz çocukların daha çok sevildiğine dikkat kesilmiştim, gururum ise bu gözlem karşısında beni bir başıma bırakmıştı. Zavallı yüreğimin ev sahipliği yaptığı o coşkulu duyguları ifade etmenin olanaksızlığı işte böyle sürüp gitti. Daima kasvetli, insanlarda nefret uyandıran, yalnız biri olduğumu fark eden öğretmenim de her ne kadar asılsız da olsa ailemin benim hakkımda düşündüğü kötü mizacımın gerçekten var olduğuna inandı. Okuma ve yazma öğrenir öğrenmez annem beni Pont-leVoy’da, temel kavramları öğrenmekte zorluk yaşayan zekâsı yeterince gelişememiş yaşıtım çocukların Pas Latins1 isimli bir sınıfta eğitim aldığı, Oratoire Tarikatı’nın bir okuluna gönderdi. Orada kimseyi görmeden sekiz sene geçirdim ve herkes tarafından yok sayılan hayatımı sürdürdüm. Neden ve nasıl mı? Ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılamak için her ay yalnızca üç frankım oluyordu. Bu para almamız gereken kalemlere, çakılara, cetvellere, mürekkebe ve kâğıda ucu ucuna yetiyordu. Ne cambaz ayaklığı ne ip ne de okulda oynanan diğer oyunlar için gerekli olan şeyleri alabiliyordum, bu yüzden de dışlandım. Beni kabul etmeleri için zengin çocuklara ya da kendi bölümümdeki nüfuzlu çocuklara dalkavukluk yapmam gerekiyordu. Çocukların arkasına kolayca saklanabileceği bu korkaklıkların en basiti bile yüreğimin sıkışmasına neden oluyordu. Vaktimi, bir ağacın altında hazin hayallerde kaybolarak geçiriyor; kütüphanenin