onların yanına gidiyordu; ben ise ailem birkaç kilometre uzaklıkta yaşamasına rağmen aileleri başka şehirlerde, yurt dışında ya da denizaşırı memleketlerde olan çocuklarla birlikte bahçede oyalanıyordum. Akşam dua zamanı geldiğinde, günlerini aileleri yanında geçirmiş o acımasızlar, yedikleri güzel yemeklerden bahsediyorlardı. Dâhil olduğum sosyal çevreler genişledikçe katbekat artan mutsuzluğuma şahit olacaksınız. Beni bir başıma yaşamaya mahkûm eden o kararı ortadan kaldırmak için ne çabalar harcadım, bir bilseniz! Ruhumu coşkusuyla çok uzun bir süre diri tutan umutlarımın nasıl da bir gün içinde yerle bir olduğunu bir bilseniz! Annem ve babama, okula gelmeleri için belki de yaşadıklarımı az da olsa mübalağa ederek kaleme aldığım mektupları gönderiyordum fakat bu yalnızca annemin yazı üslubumu iğneleyerek ve beni eleştirerek sitem etmesine neden oluyordu. Yılmadan buraya gelmeleri için önüme sundukları her şartı yerine getirmek için sözler veriyor, ne yapacağını bilemeyen bir çocuğun hassasiyetiyle, kız kardeşlerime bayramlarda ve doğum günlerinde mektuplar yollayarak bana yardım etmelerini istiyordum fakat nafileydi. Ödüllerin dağıtılmasına az bir zaman kala yakarışlarımı daha da şiddetlendiriyor, elde edeceğime inandığım başarılardan bahsediyordum. Ailemin sessizliğine aldanıp yüreğim ağzımda onları bekliyor; arkadaşlarıma, geleceklerini söylüyordum. Ailelerin gelmeye başlamasıyla birlikte ihtiyar kapıcının çocukların ismini söylediği an yankılanan sesi koridoru doldurdukça benim de içimi muazzam bir heyecan kaplıyordu. Ne var ki ihtiyar adam, benim ismimi hiç söylemedi. Doğduğum güne lanet okuduğum o gün, kilisede günah çıkaran papaz bana, İsa’nın Beati qui lugent!2 sözüyle vadettiği hurma ağacıyla bezeli gökyüzünü gösterdi. Ve böylece ben, ilk şarap ekmek ayinimde, genç zihinleri füsunla yıkayan hayal âlemleri esnasında kendini gösteren ilahi düşüncelerin engin esrarının ortasında bulmuştum kendimi. Yerimde duramadan coşkulu bir inanç ile Tanrı’ya Martyrologe’taki3 o sihirli mucizeleri benim adıma tekrarlaması için yalvarıyordum. Beş yaşında bir yıldıza âşık, savruluyordum; on iki yaşımda ise bir tapınağın kapılarını çalıyordum. Bu tutkum, hayal gücümü yeşerten, şefkat duygumu güçlendiren ve düşünme yeteneğimi başka bir kademeye taşıyan kelimelere dökülemeyecek düşlerin canlanmasını sağladı. Çoğu zaman bu kutsal görüntülerin, ruhumu ilahi kadere hazırlamakla görevlendirilmiş meleklerden geldiğini düşünüyordum; gözlerime nesnelerin iç âlemini görme yetisi bahşetti o görüntüler; işittikleriyle aslında var olanı, elde ettikleriyle arzulanan o yüce şeyleri kıyaslamanın gücüne erişen şairi bahtsız kılan büyülü hâllere hazırladı yüreğimi; anlatmam gerekenleri kaleme alan bir kitap yazdılar kafamın içinde ve dudaklarım bir tuluatçının hissettiği ateşle tutuştu.
Oratoiren eğitim sisteminin kapsamı hakkında kuşkuları olan babam beni Pont-le-Voy’dan alarak Paris, Marais’de bulunan bir okula yazdırdı. On beş yaşındaydım. Pont-le-Voy’da yapılan bilgi ölçme ve değerlendirme testi sonucunda, söz sanatları öğretmeni benim üçüncü sınıfı okumam gerektiğine karar vermişti. Lepître Yatılı Okulunda kaldığım süre boyunca evimde, okulda ve kolejde çektiğim acılar yeni bir şekil almıştı. Babam bana hiç para göndermiyordu. Annem ve babam; beslendiğimden, giyindiğimden, Latince ve Yunancayla karnımı doyurduğumu bildiklerinden geriye sorun teşkil edecek hiçbir şey kalmıyordu. Kolej yıllarım boyunca bine yakın arkadaşım oldu ve hiçbiri ailesinden böyle bir ilgisizliğe maruz kalmamıştı. Kralın sadık hizmetkârlarının Kraliçe Marie-Antoinette’i Temple Hastanesinden kaçırmaya çalıştıkları esnada Bourbonlara yürekten bağlı olan Mösyö Lepître ve babam tanışmış, zaman içinde yakın bir ilişki kurmuşlardı. M. Lepître, babamın unuttuğunu telafi etme zorunluluğu hissetmeye başlamıştı ama onun da aylık olarak bana ayırdığı para cüzi bir miktardı çünkü ailemin bu konudaki düşünce yapısından bihaberdi. Yatılı okulum önceden Joyeuse Konağı’ydı ve tüm eski derebeyi konaklarında olduğu gibi kapıcı için ayrılan özel bir kulübe vardı. Öğretmenin bizi Charlemagne Lisesine götürmeden bir önceki teneffüste, durumu iyi olan arkadaşlar öğle yemeği için kapıcımız Doisy’nin yanına giderlerdi. M. Lapître, öğrencilerin arasını iyi tutarak kârlı çıktığı dalavereci kapıcının çevirdiği işlerden ya habersizdi ya da göz yumuyordu; okuldan gizlice kaçmalarımız, geç gelişlerimiz, okunması yasak kitapları kiralayanlar ile bizim aramızda aracılık yapması… Gizli suçlarımızın sırdaşıydı Doisy. Napolyon döneminde sömürgelerden ithal edilen ürünler dudak uçuklatan fiyatlarda olduğu için, yemeğin yanında yudumladığımız sütlü kahve, damağımızda aristokratik bir şölen yaratıyordu. Aile evinde şeker ve kahve tüketimi lüks sayılsa da bizler için taklidi, açgözlülüğü, moda illetini ve sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de tutkumuzu ortaya çıkaran kibirli bir üstünlüğü ifade ediyordu. Doisy her birimize kredi açıyordu; sanki hepimizin onurumuzu koruyacak ya da borçlarımızı ödeyecek ablalarımız, teyzelerimiz var gibi davranırdı bize. Kantinin çekiciliğine çok uzun bir süre direndim. Beni yargılayanlar, baştan çıkarıcı bu güç karşısında nasıl kendimi kaybetmediğimi, ruhumun nasıl kahramanca savaştığını, bu uzun süren mücadele sırasında içimdeki hiddeti nasıl bastırdığımı bilselerdi beni ağlatmak yerine akan gözyaşlarımı silerlerdi. Fakat yalnızca küçük bir çocuk olarak, bir başkasının beni hor görmesini küçümseyebilecek ruh yüceliğini gösterebilir miydim? Daha sonra belki de güçleri içimdeki isteklerle artan, birçok toplumsal günahın benliğime işlenmesine tanıklık ettim. Lisedeki ikinci senemin bitişine doğru annem ve babam Paris’e geldi. Gelecekleri günü, Paris’te oturmasına rağmen beni bir kere bile ziyaret etmemiş ağabeyimden öğrendim. Kız kardeşlerim de onlara eşlik ediyordu, hep birlikte Paris’i gezecektik. Gezimizin ilk gününde Palais-Royal’de yemeğimizi yiyecek ardından Théâtre-Français’de oyun izlemeye gidecektik. Bu beklenmedik eğlenceli programın bende yarattığı sarhoşluğa rağmen sevincimin, benliğime işleyen mutsuzluğun ortalığı yakıp geçtiği bir fırtınada kolu kanadı kırılmıştı. Bizzat ebeveynlerimden parasını istemekle tehdit eden Doisy’ye olan yüz franklık borcumu aileme söylemem gerekiyordu. Doisy’nin elçiliğini, pişmanlığımı dillendirmesini, bağışlanmamın aracılığını sağlaması için araya ağabeyimi sokmayı akıl ettim. Babam, olanları her ne kadar hoşgörü denilebilecek bir tavırla karşılasa da annem, ateş saçan o koyu mavi gözlerini bana dikerek korkunç ithamlarda bulundu. On yedi yaşımda böylesi işlere girişiyorsam Allah bilir daha sonra neler yapacaktım! Beni kim doğurmuştu? Tüm aileyi mahvetmek için mi dünyaya gelmiştim? Bir tek ben mi vardım sanki evde? Utanca neden olduğum bu ailenin yüzünü yerden kaldırmak için ağabeyim Charles’ın seçtiği meslek, hak edilmiş bağımsız bir masrafı beraberinde getirmiyor muydu? Kız kardeşlerim çeyizleri olmadan mı evlenecekti? Onlar için harcanan paradan hiç mi haberim yoktu? Şekerin, kahvenin eğitimime ne gibi bir katkısı olacaktı? Böyle davranmak içimdeki kötünün beni yönlendirdiğini göstermiyor muydu? Marat benim yanımda melek gibi kalırdı. Ruhumda sayısız korku imparatorluğu inşa eden bu hakaret silsilesinin ardından ağabeyim beni yurda götürdü. Hâl böyle olunca Freres Provençaux’daki akşam yemeğinden ve Talma’nın Britannicus’teki oyununu izlemekten alıkonulmuştum. On iki yıllık bir aranın ardından annemle görüşmemiz işte böyle noktalandı.
Lisede eğitimimi tamamladıktan sonra babam beni M. Lepître’in vesayetine bıraktı. İleri düzey matematik ihtisası almam, bir sene hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Artık tek başıma yaşayabileceğim bir yer, sınıfların o tanıdık havasından kurtulabileceğimi düşününce alıştığım o sefalet de bitecek diye hayal ettim. Fakat on dokuz yaşında olmama rağmen, belki de on dokuz yaşında olduğum için tüm bu sefaletin mimarı babam, vaktiyle beni ilkokula sepeti boş gönderen, ortaokulda harçlık vermeyen, lisede beni eğlencelerden mahrum bırakan