başarmıştık, ancak başımıza gelecek bir sonraki en kötü ve çetin uğursuzluk, bize hem tehlikenin hem de kurtuluşun tam olarak ne olduğunu gösterecekti.
Denizde geçirdiğimiz altı günün sonunda Yarmouth sularına gelmiştik; rüzgârın tersten esmesi ve havanın fazlasıyla sakin olması yüzünden çok az yol alabilmiştik. Rüzgârın ters yönden esişi devam ettiğinden burada demirlemek zorunda kalmıştık, yedi ya da sekiz gün burada beklememiz gerekecekti, bulunduğumuz nokta Newcastle’dan gelen çok sayıda geminin rüzgâr için beklemede kaldıkları ortak bir liman görevi görüyordu.
Bununla birlikte, rüzgârın fazla olması ve gelgit sırasında suların kabarmasıyla bulunduğumuz yerden farklı bir konuma demir atmış olsaydık, bu kadar uzun süre beklememiş olacaktık, dört beş gün sonra yağan yağmurun da etkisiyle rüzgâr çok güçlü esmeye başlamıştı. Bulunduğumuz konum itibarıyla güvendeydik, temel olarak hem demirimiz hem de zincirlerimiz gayet sağlamdı, adamlarımız havanın kötü olmasından hiç endişe duymuyor, başımıza gelebilecek herhangi bir tehlikenin olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlar, zamanlarını dinlenerek, eğlenerek neşe içinde geçiriyorlardı. Ancak sekizinci günün sabahında rüzgâr şiddetini son derece arttırmıştı, gemideki eşyaların etrafa savrulmaması ve hasar görmemesi için hepimiz elimizden geldiğince hızlı çalışarak eşyaları sabitleyip, sarıyorduk. Öğlen vakti deniz tehlikeli şekilde kabardı, birkaç sefer başa doğru yatmaya başlayan gemimiz deniz suyuyla doldu, demir atmış olmamıza rağmen sürüklenmemize engel olamıyorduk, iki kez çapalarımız sabitlendiği yerden kurtulmuştu; bunun üzerine kaptanımız demirden yapılma iki büyük çapanın da denize atılmasını emretti ve zincirleri de sonuna kadar açtık.
Biz bu işlerle meşgul olurken sonunda korkunç bir fırtına patlak verdi; işte o anda denizcilerin yüzlerinde yaşadıkları şaşkınlık ve korkunun izlerini görmeye başladım. Kaptan, gemiyi korumak için elinden geleni yapmasına rağmen, kabinine girip çıkmak için yanımdan geçerken onun sürekli olarak kendi kendine, “Tanrı’m bize merhamet et! Hepimiz yok olacağız! İşimiz bitti!” gibi sözler mırıldandığını duyabiliyordum. Yaşanan bu telaşlı süreç zarfında, yapabileceğim hiçbir şey olmadığından, sersemlemiş hâlde dümen dairesindeki kamaramda hiç kıpırdamadan yatıyordum, yaşadığım korkuyu sözlerle ifade edebilmem mümkün değildi. Hiçe sayarak ayaklarımın altında çiğnediğim, yüreğimi tamamen soğuttuğum ve yaşamış olduğum pişmanlıklarımı vicdanımın en derinlerine gömdüğüm tüm suçluluk duygularım yine gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Kendi kendime o acı ölüm korkusunun geçmişte kaldığını ve yaşamış olduğumuz ilk fırtınanın yanında bu fırtınanın bir önemi olmadığını söyleyip duruyordum; ancak az önce belirttiğim gibi kaptanın yanımdan geçerken hepimizin yok olacağına dair söylemiş olduğu sözleri, dehşete kapılmama neden oluyordu. Kamaramdan çıktım ve dışarıyı gözden geçirdim; bugüne kadar hiç böylesine kasvetli ve korkunç bir manzarayla karşılaşmamıştım. Her üç ya da dört dakikada bir deniz dağlar gibi yükseliyor, korkunç dalgalar resmen üzerimizde patlıyordu; etrafa baktığımda korkunç bir uğursuzluktan başka hiçbir şey göremiyordum; hemen yakınımıza demirlenmiş iki geminin direkleri yüklerinden dolayı kırılıp devrilmişti; adamlarımız bir mil ötemize demirlenmiş başka bir geminin battığını söylüyordu. Çapaları sürüklenmeye başlayan başka iki geminin direkleri de kırılarak sulara kapılmıştı. Hafif gemiler denizde çok fazla çabalamak zorunda olmadıklarından, bize göre çok daha iyi durumdaydılar; ancak kısa bir süre sonra iki ya da üçü rüzgârın şiddetine daha fazla dayanamayarak hemen yanımızdan sürüklenip, gittiler.
Akşama doğru yardımcı kaptan ve güverte lostromosu,1 ön direklerin kesilmesine izin vermesi için kaptana yalvarıyorlardı. Ancak kaptan geminin olduğu gibi kalmasını istediğinden bunu kabul etmiyordu; sonunda güverte lostromosunun bunu yapmayacak olursa geminin savrulacağını ve nihayetinde batacağını söylemesi üzerine kaptan ikna olmuştu. Ön direkler kesilir kesilmez geminin orta konumunda bulunan direkler çok fazla gevşemiş ve gemiyi öylesine şiddetli sallamaya başlamıştı ki adamlarımız sonunda bu direkleri de keserek güverteyi tamamen dümdüz etmek zorunda kalmışlardı.
Deneyimli tüm denizciler, benim gibi dehşete kapılmış acemi bir denizcinin o anda hangi koşullarda olduğunu ve bütün bu süreç boyunca daha önce hiç olmadığı kadar çok korktuğunu kesinlikle anlayabilirdi. O zamanlar aklımdan geçen düşünceleri şimdi bu mesafeden dile getirmem gerekirse eski inançlarımdan, ilk başta aldığım kararlara geri dönmemden dolayı tüm düşüncelerim on kat daha fazla korku doluydu, ölümle burun burunaydım; bir de buna fırtınanın dehşeti eklendiğinde, yaşadığım korku ve dehşetin boyutlarını kelimelerle tarif etmem mümkün değildi. Ancak başımıza henüz daha kötüsü gelmemişti; fırtına öyle bir öfkeyle şiddetleniyordu ki, denizciler sürekli olarak daha önce bu denli kötüsünü görmediklerini, geminin kaynadığını söyleyerek bağrışıyorlardı. İyi bir gemimiz vardı, ancak o kadar yüklüydü ki denizcilerin hepsi bir anda geminin denizin dibini boylayacağından korkuyorlardı, kaptan ve güverte lostromosunun Tanrı’ya yakararak ağladıklarını görebiliyordum. Tam olarak ne olduğunu öğreninceye kadar, bu kaynama sözü ile neyi kastettiklerini anlamamış olmam benim açımdan gayet iyi olmuştu. Bununla birlikte, fırtına o kadar şiddetlenmişti ki böylesi bir duruma ancak çok nadiren rastlanabilirdi; kaptan, güverte lostromosu ve sinirleri sağlam olan birkaç denizci dua ederek, sanki her geçen dakika geminin denizin dibine batmasını bekliyordu. Gece yarısı, denizcilerden birkaçı geminin alt kısımlarını kontrol etmek için aşağı inmiş, içlerinden biri koşarak yukarı çıkmış ve bağırarak geminin su aldığını söylemişti; aşağıdan gelen bir diğeri ise ambarın dört ayak boyu suyla kaplı olduğunu anlatıyordu. Herkes tulumbaların başına çağırılmıştı. Duyduğum bu kelimeler, kalbimin sıkışmasına neden oluyordu, kendimi ölecekmiş gibi hissediyor, nefes alamıyordum, kamaramda ayağa kalktığım anda sırtüstü yere devrilerek sonunda kendimden geçtim. Neyse ki denizciler beni kısa sürede kendime getirdiler, daha önce hiç işlerine yaramamış olsam da şimdi en azından tulumbayla su çekebileceğimi söylediler; bu bir anda toparlanmamı sağlamıştı ve tulumbaya koşarak tüm gücümle çalışmaya başladım. Biz tulumbalarla uğraşırken kaptan etrafta sürüklenerek bize doğru yaklaşmakta olan birkaç küçük gemi olduğunu fark etmiş ve onların bize çarparak daha fazla tehlike yaratmamaları için bir top atılmasını emretmişti. Ne demek istediklerini tam olarak anlayamadığımdan, top atıldığı anda ortaya çıkan korkunç gürültüden geminin parçalandığını ya da çok daha korkunç bir şeyin olduğunu düşündüm. Tek cümleyle açıklamak gerekirse, o kadar korkmuştum ki tekrar yere yığılıp bayılmıştım. Herkesin canı burnundaydı, kimsenin beni düşünecek hâli yoktu, ben bile kendimi toparlayacak durumda değildim, ayılmış olsam da yattığım yerden kalkamıyordum. Benim kullandığım tulumbanın başına başka birisi geçti, adam herhâlde benim öldüğümü düşünmüş olacak ki kendine yer açmak için ayağıyla beni kenara itti, çok uzun süre sonra tekrar ayağa kalkabilecek kadar gücümü toparlayabilmiştim.
Dur durak bilmeden çalışıyorduk; ancak ambarda biriken su bitecek gibi değildi, geminin batacağı apaçık ortadaydı. Fırtınanın hızı biraz olsun kesilmiş olsa da geminin herhangi bir limana girene kadar yüzmesi mümkün değildi; kaptan sürekli top atışlarıyla yardım çağırmaya devam ediyordu; kısa bir süre sonra çok yakınımızdan geçmekte olan küçük bir gemi yardımcı olmak için gemi sandalını bize göndermeye cesaret edebildi. Teknenin bizim gemimize yaklaşması son derece tehlikeliydi; ancak sandala binebilmemiz ya da onu gemiye doğru iyice çekmemiz de imkânsızdı, sandaldaki denizciler canhıraş bir çabayla kürekleri çekiyordu, bizi kurtarmak için resmen kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı; adamlarımız geminin arka tarafından onlara ucunda