Foma’ya.
Okuldan çıkınca üçü birlikte yürüdüler, ama Yejov çok geçmeden ayrılıp dar bir sokağa daldı. Foma’yı evine kadar götürdü Smolin ve ayrılırken, “Gördün mü,” dedi, “yolu birlikte gidip geleceğiz hep!”
Krallar gibi karşılandı evde Foma. Babası, üzerinde karmaşık bir rakam kazılı som gümüşten bir kaşık armağan etti ona; halası da kendi elceğiziyle ördüğü bir boyun atkısı… Yemeğe beklemişlerdi onu, en sevdiği yemekleri hazırlamışlardı. Soyunur soyunmaz sofraya oturduğunda, soru yağmuruna tuttular.
Önce İnyat girişti:
“Söyle bakalım, hoşuna gitti mi okul?” Oğlunun heyecandan kızarmış yüzüne sevgiyle bakıyordu.
“Sevdim…” dedi Foma. “Müthiş!”
Hemen duygulanmış ve içini çekmişti halası:
“Bir taneciğim!..” dedi. “Aman dikkat et de ezilme arkadaşlarına… İçlerinden birisi sana kötülük edecek olursa, hemen git öğretmene bildir… Hemen…”
“Hele şunun söylediğine bak!..” diye atıldı İnyat. “Sakın öyle bir şey yapayım deme haa! Kendi işini kendin gör. Kendi elinle cezalandır sana sataşanları!.. Arkadaşların nasıl peki, yaman şeyler mi?”
Yejov’u düşünerek gülümsemişti Foma. “Evet…” dedi. “Hele bir tanesi var, öyle gözü pek ki!.. Tam bir açıkgöz…”
“Kimin oğlu bakayım?”
“Bir muhafızın…”
“Açıkgöz, öyle mi?”
“Müthiş!”
“Tamam, onu bir yana bırak şimdi! Başka?”
“Başka… Bir de baştan başa kıpkızıl bir arkadaşım var, ismi Smolin…”
“Oldu! Mitri Ivaniç’in oğlu, anladım… Onu sıkı tut işte, arkadaşlığı ilerlet, zarar gelmez, faydası çoktur. Mitri aklı başında bir adamdır benim bildiğim, eğer oğlu da kendisine çekmişse tamam demektir! Ötekine, muhafızınkine gelince… Bak Foma, ne yapacaksın biliyor musun? Her ikisini de pazar günü buraya çağıracaksın. Ben size bir alay çerez alırım, mükellef bir ziyafet çekersin onlara… Nasıl kimselerdir, böylece görmüş oluruz…”
Foma, soran bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Bu pazar, Smolinlere davetliyim ben…” dedi.
“Hele şuna!.. Hadi öyle olsun bakalım… İnsanın insana alışması gerek, birbirini görüp tanıması… Tek başına yaşayamaz insan… Bak, örneğin ben, yirmi yıldan fazla zamandır vaftiz babanın dostuyum, çok yararlandım onun zekâsından. Sen de benim gibi yap! Senden daha zeki olanlarla dostluk kurmaya çalış… İyiye baka baka, sürtüne sürtüne sen de iyi olur çıkarsın, sana da bulaşır…”
Kendi söylediğine kendi gülerek ekledi sonra:
“Şaka ediyorum aldırma, ciddiye alma sakın. Kimseyi taklit edeyim deme haa, kendin bir kişilik ol!..” Az olsun varsın aklın, ama senin aklın olsun… Çok ders verdiler mi bakalım yarına?”
“Çok verdiler!..” diyerek içini çekti çocuk. Halasından, bunun yankısı hâlinde daha derin bir iç çekiş yükseldi…
“Verirler tabii! Hepsini öğreneceksin! Ötekilerden daha geride kalmak yok… İşin ucunda benim fikrimi sorarsan şudur: Okulda beş değil, yirmi beş sınıf da olsa sana sadece okumayı, yazmayı ve saymayı öğretebilirler. Yanı sıra da bir alay pislik öğretirler, Allah korusun! Bana bak, seni öldürünceye kadar kırbaçlarım… Eğer bir sigara içtiğini görüp işiteyim Foma, o dudaklarını parçalar yem diye köpeklerin önüne atarım bilmiş ol!”
“Tanrı’yı hiç hatırdan çıkarma Foma…” dedi halası. “Tanrı’mızı unutacak olursan, vay hâline!”
“Doğru! Tanrı’ya da büyüklerine olduğu gibi bağlanacak ve saygı göstereceksin! Bu arada sırası düşmüşken sana bir şey daha söyleyeyim: Ders kitapları insan için pek az şey ifade eder… Bir marangozun keseriyle rendesine ne kadar ihtiyacı varsa, senin de ders kitaplarına o kadar ihtiyacın vardır. Yani kitaplar da alettir ama nasıl kullanacağını söylemez onlar insana. Anlıyorsun, değil mi? Al sana bir örnek: Tut ki bir marangozuneline bir keser koydun ve yont bakalım şu kalası dedin… El ve keserle bitmez ki her şey, yontmasını dabilmek gerekir; bilmedin mi tahta diye parmaklarını yontarsın… Sonuç: Tek başına kitaplar büyük bir şey ifade etmez, onlardan faydalanmasını da bilmek gerekir… Ve işte bu bilgi, bütün kitaplardan üstündür, bu bilgi hakkında da kitaplarda tek satır bulamazsın yazılı… O bilgiyi hayatın kendisinden öğreneceksin Foma. Ölü bir şeydir bir kitap, istersen alır yırtarsın, paramparça edersin, gık demez, çünkü canlı değildir oğlum… Oysa hayat, sen yanlış bir adım atmaya gör, doldurman gereken yeri doldurmaya gör hele, binlerce ağızdan fışkıran haykırışlarla yüklenir üstüne, bununla da yetinmez indirir şamarını, seni amansızca yere devirir.”
Foma,masaya yaslanmış bir hâlde, babasını dikkatle dinliyor ve bu sert sesin büründüğü ifadeye göre, kimi zaman bir kalası yontmaya çabalayan bir marangoz hayal ediyor, kimi zaman da bizzat kendisini, bilmediği bir engebeli zeminde elleri ihtiyatla ileri doğru uzanmış, muazzam bir canlı cisme yaklaşır ve bu korkunç cismi kıskıvrak yakalamak için çırpınırken canlandırıyordu gözlerinde…
“İnsanın, yaratacağı şeyleri hesaba katarak kendini esirgemesi ve bu yaratışın yolunu yöntemini gayet iyi bilmesi gerekir, anlıyor musun?.. Gemilerdeki kılavuza benzer insanoğlu evladım… Gençken, açık denizde gibisindir, burnunun dikine git gidebildiğin kadar! Çünkü dört bir yanın, serapa yoldur… Ama dümeni nerede kıracağını da gayet iyi bilmek gerekir… Su birden alçalır bakarsın. Vay hâline kayalıklara çatanın, sığ yere düşüp kıyıya bindirenin!.. Limana sağ salim ulaşabilmek için işte bütün bunları hesaba katıp sakınmak gerekir…”
Mağrur ve güven dolu bakışlarını babasının yüzüne dikerek, “Limana ulaşacağım!..” dedi.
“Söz mü? Yiğitçe konuşmak diye buna derler işte!..”
Gülmüştü İnyat. Halası da gülmüştü hafifçe.
Birlikte çıktıkları Volga gezisinden beri babasının yanında daha cesur ve daha konuşkan olmuştu Foma; halasıyla ve Maya-kin’le de öyleydi. Ama sokakta ya da ilk defa girdiği bir yerde, hele yabancılar varsa, derhâl suratını asıyor ve çevresinde üzerine saldırmaya hazır bir düşmanlık hissetmiş gibi, şüpheci ve meydan okuyan bakışlar atmaya başlıyordu her yana.
Bazen geceleri birdenbire uyanıyor, uzun süre sessizliğe kulak kabartıyor ve sonuna kadar açık gözlerini karanlığa dikiyordu. Babasının anlattıkları, hayaller ve sahneler hâlinde canlanmaya başlıyordu önünde. Farkına varmadan, halasının masallarına katıştırıyordu bunları ve böylece, masal dünyasına özgü parlak çizgilerin gerçeğin katı renkleriyle iç içe geçtiği bir maceralar kaosu kuruyordu. Muazzam ve mantık dışı bir şey çıkıyordu bu kaostan; gözlerini yumuyordu çocuk, o iğrenç şekli kovalamaya ve hayalinin dehşet verici işleyişini durdurmaya çabalıyordu. Ama başaramıyor, uyuyamıyordu bir türlü; ve oda, gittikçe biraz daha hızla artan canavarlarla doluyordu. Alçak sesle, halasını uyandırıyordu çaresiz:
“Halacığım… Halacığım…”
“Ne var yavrum? Hazreti İsa korusun seni…”
Foma fısıldayarak soruyordu:
“Yanına gelebilir miyim hala?”
“Neden? Hadi uyu evladım, uyu benim küçücük aslanım…”
O