alana yayılmalarından çok daha derindir; ilerleyişleri Müslümanlık tarihinde İslami inanışı yeniden diriltmek suretiyle bir çağ açtı.
“Kendilerini gösterdikleri sırada halifenin imparatorluğu ortadan kalkmıştı. Bir zamanlar Müslüman bir hükümdar altında birleşmiş bir dünya, şimdi hiçbiri Mısır’daki Fâtımîleri bile kurtarmayacak olan (çünkü ayrılıkçıydılar) ve bir imparatorluğu yönetecek kapasiteye sahip olmayan, dağılmış hanedanların oluşturduğu bir yığından ibaretti. Hizipçiliğin yaygınlaşması, dağılmış imparatorluğun çeşitli yönetim merkezlerindeki bölünmüşlüğü artırdı. Radikal bir tedavi gerekliydi ve bu da Türklerin istilasıyla gerçekleşti. Şehir hayatı ve dine karşı duyulan ilgisizlikle bozulmamış bu kaba göçebeler, İslamiyeti hoyrat ruhlarının tüm şevkiyle benimsediler. Ölmekte olan bir devleti kurtarıp ona yeniden hayat verdiler. İran, Mezopotamya, Suriye ve Asya Minör’e yaptıkları akınlarla ülkeyi harap edip orada bulunan tüm hanedanların kökünü kuruttular ve böylece Muhammed’in Asya’sını Afganistan’ın batı sınırından Akdeniz’e kadar tek hâkim altında bir kez daha birleştirdiler. Müslümanların tükenmekte olan heveslerini alevlendirdiler, yeniden içlerine sokulan Bizanslıları geri püskürttüler ve haçlıların mütemadi yenilgilerini borçlu oldukları fanatik Müslüman bir savaşçı nesli yetiştirdiler.”29
Selçuklu imparatorlarının en asaletlisi Melik Şah, kafasındakileri çağa imzasını atarak gerçekleştirebilen birkaç hükümdardan biridir. Onun sarayına mensup olmak, fermanlarını elinde tutmak sadece bir onur ve ayrıcalık değil, aynı zamanda gerekli adap ve kuralların öğrenildiği bir fırsattı. Sultana hizmet sırasında insan ondan görerek öğreniyor, böylece çağının motifini ve vasfını yansıtan bu eşsiz şahsiyetin öncülüğünde standart bir ahlak oluşuyordu. Bir Arap tarihçinin aktardığına göre bir lider veya yönetici, halkın gözünde, sultanı takip ettiği ölçüde değer kazanıyordu; bu şekilde benimsenen standart, hükümdarın asla bayağı işler yapmayacağı fikrine önayak oluyordu. Adaleti sağlamak Melik Şah’ın ilk amacıydı; en büyük çabası insanlarının refahını artırmaktı. Yaptırdığı köprüler, kanallar, kervansaraylar, ticareti teşvik etmesinin ve hükmettiği bölgeler arasındaki iletişime verdiği önemin bir deliliydi. Yollar güvenliydi hatta denilir ki iki gezgin Merv’den Şam’a yanlarında bir muhafız olmadan gidebilirdi. Cömert, cesur, adil ve vicdanlı olan bu adam Müslüman hükümdar idealini gerçeğe dönüştürdü. Teşkil ettiği örnek her yerdeki takipçilerini derinden etkiledi. Karakteri ve devlet adamlığına söz söylenmeyen Melik Şah, prensiplerini ve başarılı düzenini daha da bilge bir adam olan bölgedeki en yüksek pozisyona sahip Nizamülmülk’e borçluydu. Nizamülmülk tarihin en büyük devlet adamları arasındadır. Müslüman methiye yazarları onun manevi erdemleri üzerinde epey kafa yormuş ve Kur’an’ı daha on iki yaşındayken nasıl ezbere okuduğunu iltifatla nakletmişlerdir ancak yeteneğinin esas tanığı, görevde bulunduğu yaklaşık otuz yılda imparatorluğun gösterdiği gelişim ve eriştiği refah düzeyiydi. Başarıların temelinde engin hukuk bilgisi, ayrıca öğrenmeye ve bilime olan desteği yatmaktadır. Bugün daha az tanınıyor olsa da “Rubaiyat”ından daha önemsiz olmayan Ömer Hayyam’ı astronomi araştırmaları yapmaya yönlendiren ve Bağdat’taki meşhur Nizamiye Medresesi’ni kuran odur. Melik Şah’ın buyruğu üzerine düzenlediği ve sultanın kanunu olarak kabul ettiği “Siyasetname”30 adlı eserinde, ilahi yasanın değişmez öğretisini somutlaştırarak hükümdarlık kavramının ideallerini ortaya koyan da yine odur. Elinde bulundurduğu egemenlik hiç şüphesiz Tanrı tarafından kutsanmıştı; yine de hükümdara emanet edilen işlerle ilgili olarak yaptıklarının hesabını en ince detayıyla Allah’a vermek sorumluluğu öğretide katı biçimde işlenmişti. Παντί δέ ώ έδοθη πολύ, πολύ ζητηθήσεται παρ’αυτοΰ. (“Kime çok verilirse ondan o kadar istenir.”) sözü kendisinden de ileri bir büyük “öğretmen”in olduğunun ayırdındaki vezirin ilkesiydi ve onun ideal mutlak hükümdarı mükemmellik hassasını üzerinde taşımalıydı. Bir hükümdarın karakterini eski bir Arap öyküsünden bir alıntıyla şöyle açıklıyordu: “Nefret, kıskançlık, gurur, öfke, ihtiras, açgözlülük, boş umutlar, kavgacılık, yalan, tamahkârlık, kötü niyetlilik, şiddet, kibir, fevrîlik, nankörlük ve ciddiyetsizlikleri bastırıp yalın, dengeli mizaçlı, nazik, merhametli, alçakgönüllü, cömert, güvenilir, sabırlı, müteşekkir ve merhametli, öğrenme sevgisiyle dolu adil bir insan olmalıdır.” Bir ciddi değerlendirme de kudretli bir ordudan ziyade hükümdara hizmetle ilgilidir. Ona göre, hükümdarın, adam kayırmadan ve haksız ödüllendirmelerden kaçınması, fazla şarap içmekten ve bir hükümdara yakışmayacak ciddiyetsiz hareketlerden uzak durması gerekirdi; oruç tutması, dua etmesi, sadaka vermesi ve diğer ibadetleri sıkı sıkıya yerine getirmesi yerinde olurdu. Her hâlükârda “orta yolu izlemek” gerekliydi çünkü İslam’ın peygamberi, farkına varmadan da olsa Aristo’dan alıntı yaparak hayırlı olanın “orta yol”u seçmek olduğunu söylemişti. Nizamülmülk’ün hükûmet sistemindeki en çarpıcı özellik, hükümdarın kullarına olan görevlerinin ve saray içindeki yozlaşma ve baskıları tespit etmek, cezalandırmak amacıyla yapılması önerilen ayrıntılı denetimlerin üzerinde ısrarla durmasıdır. Sultan iki haftada bir halkın huzuruna çıkacak, ne kadar aciz ve tanınmayan bir kişi de olsa herhangi bir kulu yanına gelip maruzatını anlatabilecek, adalet isteyebilecek ve sultan da onu şahsen, araya girmeden ve sabırla dinleyecek ve her vakayı hakkaniyetle çözüme kavuşturacaktı. Hükümdarın yanına serbestçe girilmesini sağlamak adına çeşitli önlemler de ileri sürülmüştü; İranlı bir hükümdarın örneği veriliyor, bir ovanın ortasında at sırtında halkın karşısına çıkması öneriliyordu; kapılar, engeller, bekleme odaları, geçitler, perdeler ve “kıskanç mabeyinciler” bu şekilde ortadan kaldırılacağı için herkes onu görüp yanına yaklaşabilecekti. Başka bir örnekte ise bir kral huzuruna çıkacak kimselere kırmızı kıyafetler giydirilmesini emretmişti ki bu şekilde onları kalabalıktan ayırabilecekti. Böylece Samani hükümdarının yöntemi kabul edildi. Hükümdar, mabeyincileri tarafından kovalanan mazlum bir kulu onu görür de çare sormaya gelirse diye, bütün gece tek başına, korumasız, yoğun kar yağışının altında büyük Buhara meydanında oturacaktı. Yerel yöneticilerin kötü idaresinin iyi denetlenememesi endişesiyle olağanüstü zorluklara katlanılmalıydı: “Bir memur bir göreve atandığında Tanrı’nın yarattıklarına iyi davransın. Onlardan gereğinden fazla parayı zorla almasın ve onu da isterken nazik ve düşünceli bir tavır sergilesin. Vergiler asla yasaca belirlenen günden önce toplanmasın, aksi hâlde yoksul kimseler mallarını yarı fiyatına satar; mahvolur, savrulurlar.”
Vergi toplayıcıların ve diğer memurların düzenli olarak denetimden geçirilmesi önerilmişti ve haksız davranana ağır cezalar verilmekteydi. “Casuslar…” diyor, “tacir, derviş vb. kılığına girerek sürekli ilden ile dolaşmalı ve duydukları şeyleri rapor etmelidir ki olan biten hiçbir şey gizli kalmasın.” Alınan diğer bir önlem de vergi toplayıcıların ve memurların her iki üç yılda bir yerlerinin değiştirilmesiydi; böylece onlar da bulundukları yere iyice yerleşemeyecek ve görevlerini kötüye kullanıp zorbalık edemeyecekti. Ayrıca, yüksek karakterli, kimsenin kendisinden şüphe etmediği ve ücretleri hazine tarafından karşılanacak müfettişler tüm imparatorluğu gözetim altında tutacaktı. Bu insanların “dürüstlüklerinin getirisi maaşlarının yüz katı olacaktır”. Kati ve düzenli bir ulak sistemi de bu müfettişler ve merkezî yönetim arasındaki iletişimi hızla sağlayacaktı.
Son olarak, derebeylerinin insanlara iyi davranması da her yıl salıverilen esirlerin imparatorluk sarayına gönderilmesiyle garanti altına alınıyordu ki burada en az beş yüzü sürekli