Stanley Lane-Poole

Selahaddin - İslam’ın Birleştirici Gücü Kudretli Sultan


Скачать книгу

gelmiş ve kişisel beceri ve görgüleri derecesinde adım adım özgürlüğe ve güce ulaşmışlardı. Bunlar, efendileri olan sultan adına idari görevlerde bulunup -askerî hizmette sultana bağlı kalmak koşuluyla- kendilerine bağışlanan kaleler, kentler ve hatta illerle ödüllendirilirdi. Bütün imparatorluk, Türkler arasında yaygın gibi görünen ve Selahaddin tarafından Selçuklular’dan devralınıp Mısır’a taşınan ve burada yüzyıllarca Memluk sultanları tarafından uygulanıp devam ettirilen bu derebeylik sistemi çerçevesinde örgütlenmişti. İran’ın büyük bir kısmı, Mezopotamya ve Suriye, askerî tımarlar hâlinde parsellenmişti ancak sultanın izniyle iptal edilebilir nitelikteki imtiyaznamelere dayanarak buradan vergi toplayıp bu vergiyle geçimini sürdüren Selçuklu reisleri -memluk korumalarından eski köleler- tarafından yönetilirdi; tek şart sultan emir verdiğinde bir askerî birlik tedarik etmekti.

      Derebeylik sisteminde daha üst görevlerdekiler, kendi tımarlarını, derebeylerine asker sağlamakla yükümlü olan astlarına kısım kısım dağıtırlardı; aynı bu astların da kademe kademe kendi altlarında çalışan hizmetkârlarından kendi egemenliklerini tanımalarını bekledikleri gibi. Askerî birlikleri bir araya toplamak için ilkel bir yöntem uygulandığını okuyoruz; karargâhtan karargâha veya köyden köye bir ok gönderiliyor, böylece taburların bir araya gelmesi istendiği anlaşılıyordu. Bir seferin sonunda bu birlikler serbest bırakılıp kışları geçirdikleri evlerine, bir dahaki baharda yeniden sancak altında buluşmak taahhüdüyle gönderiliyordu. Bu arada bir general sahada kalma ihtimali olan takipçilerinden, korumasıyla görevli olan askerlerden ve paralı askerlerinden memnun olmak durumundaydı. Görüleceği üzere Selahaddin bu âdeti her surette gözlemledi. Kendi topraklarında yaşarken vasallar yalnızca üretilenin yaklaşık onda birine denk gelen yasal vergiyi toplamaya yetkiliydiler, ayrıca insanlara baskı uygulamaktan ve bunların mallarını gasp etmekten kesinlikle menedilmişlerdi. “Toprak ve üstünde yaşayanlar sultanındır.” diye yazmıştı büyük vezir. “Derebeyleri ve idareciler yalnızca onları korumak amacıyla görevlendirilmiş muhafızlardır.” Şüphesiz, Selçuklu İmparatorluğu varlığını sürdürdüğü sürece her an her yerde olan casuslar da varlıklarını sürdürüp yozlaşmanın önüne geçtiler ancak böyle üstün bir hükûmetin olmadığı Nureddin ve Selahaddin’in teşkilatlı hükümranlığından önceki sorunlu dönemlerde “korunma”dan ziyade sefalet derebeylik zincirinin halkalarına eklenmiştir.

      Arkalarında hizmetkârları önde kendileri, her an kavgaya hazır tavırlarıyla öne çıkan beyler ve emîrler hakkında sürekli bir şeyler okuyoruz. Böylesi bir tarafın Mezopotamya’nın çetin düzlüklerinde düşman birlikleriyle karşılaşmasının sonucu olarak olağan bir çarpışma veya belki bir zafer elde etmekten ziyade sonrasında bir katliam ve yağmanın yaşanması daha muhtemeldi. Çobanın, çiftçinin ve tacirin, komşu reislerin cengaverce çarpışmalarının ortasında geçen hayatları pek sıkıcı ve daha az tehlikeli geçmiyor, Melik Şah ve bilge vezirinin eşitlikçi kuralları da sıklıkla bu zafer coşkusunun gölgesinde kalıyordu.

      Arap vakanüvis kaba gücün üzerinde durmaya eğilimliyse de barış içinde yaşayan halkın durumunu göz ardı etmezdi; burada belirtmek gerekir ki yüce efendisinin erdemlerine işaret ederken önceliği, üzerine basa basa kullarına karşı gösterdiği adalete ve nezakete verirdi. Musullu Akdoğan’a (Aksunkur) bilge ve halkını koruyan bir yönetici olmasından ötürü büyük hayranlık duyulurdu.31 Topraklarında mükemmel bir adalet egemendi; pazarlar ucuz, yollar tamamen güvenliydi ve düzen her yere hâkimdi. İlkesi, bir bölgede işlenen bir hatanın bölgenin kendisi tarafından telafi edilmesiydi; örneğin bir kervan çapulculuğa uğradıysa bu kervanın kaybını tüm çevre köyler hep birlikte karşılayacaktı, böylece tüm halk gezginlerin güvenliğini sağlamakta umumi inzibat görevi görecekti. Bu başarılı hükümdarın, sözünden hiç dönmediği kayıtlara geçirilmiş ki bu, haçlılar döneminin Hristiyan liderlerinden çok Müslüman liderler için söylenebilecek bir şeydi.

      Adil ve erdemli bir reis, doğal olarak hizmetkârlarında bir öykünme duygusu uyandırır; birçok durumda da bu gibi etkilenmelerin izlerini görmek hiç de zor değil. Büyük bir beyin bütün çabası, etrafında sağkolu olabilecek kadar güveneceği, arazisini geliştirecek ve politikasını bu arazilerin idaresinde uygulayacak hizmetkârlar ve daha alt kademedeki derebeylerden oluşan sadık bir grup oluşturmaya yönelikti. Ailesinin devamlılığı onların sadakatine bağlıydı. Bir bey öldükten sonra vasalları ve memlukleri vârislerinin yardımına koşar, ondan tımarın vekâletini alıp vâris ölen beyin yerine geçerken onu desteklerdi. Zayıf bir yöneticinin ne yazık ki böyle hararetli bir zamanda pek şansı olmazdı; bir hükümdar savaşta güçlü, barış zamanı sağlam olmalıydı. Zaman zaman bir emîrin vasallının isteklerini karşılamakta ve onların bağlılığını sürdürmekte başarısızlığa uğradığı da olurdu, bu durumda bu destekçiler hizmetlerini daha popüler bir efendiye sunmayı seçerdi.

      Askerî karakteri ve önderlerinden birçoğunun acımasızlığına rağmen Selçuklu medeniyetinin hiçbir özelliği eğitime ve bilgiye verilen yüksek önemin ötesine geçemez. Müslüman ülkelerde daha önceden de okullar olduğu hâlde on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Doğu’da Nizamülmülk’ün etkisiyle eğitimde yaşanan büyük gelişmelerin tek nedeni Selçuklu’nun hamiliğidir. Nizamülmülk tarafından kurulan Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesi veya Medresesi İran, Suriye ve Mısır’ın tamamına yayılan öğrenme aşkının kalbi olmuş ve Kahire’deki Ezher Medresesi’nden gelen bilgelik akımıyla birleşmiştir. Selçuklu şehzadeleri arasında bir medrese kurmak; bir cami inşa etmek veya bir kenti “kâfir”lerin elinden kurtarmak kadar kutsal bir işti.

      Aynı ruh, Selçuklu’nun güç kaybettiği dönemlerde peyda olan büyük vasalların ve sayısız hanedanların eğitim konusuna özel ilgi göstermesine yol açarak Selahaddin’in zamanına dek Şam, Halep, Baalbek, Emesa, Musul, Bağdat, Kahire ve diğer kentleri bilgin yatağı hâline getirdi. Müderrisler aynı Orta Çağ’da Avrupa’da olduğu gibi medreseden medreseye gezerdi. Bu eğitimli adamların ve vezirlerin çoğu (Bu ikisi genelde birleşikti.) Selçuklu sultanlarının soyundan gelenler veya onların saraydaki görevlileriydi. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve askerî yeteneğiyle Musul Atabeyi Zengi, Melik Şah’ın avladığı hayvanların bulunduğu ahırda, hükümdarın leopar avına çıktığı sırada yanına aldığı köpeklerin bakıcılığını yapan hizmetkârı, büyükbabasından “bonkör” anlamına gelen “el-Cevad” soyadını alan veziri ve sağkolu Cemaleddin’in yardımı olmasa geniş imparatorluğunun dizginlerini elinde tutamazdı. Arka arkaya görev aldığı hükûmetlerde o kadar ustalıklı bir idare sergilemişti, ayrıca tavırları ve konuşması o kadar etkileyiciydi ki Zengi onu yakın arkadaşı mertebesine yükseltip ona beyliğinin başmüfettişlik ve devlet divanının başkanlığı görevlerini verdi. Maaşı topraktan elde edilen ürünün onda biriydi, o da bu serveti bol bol hayır işlerinde kullandı, Mekke ve Medine’deki hacıların ihtiyaçlarını bonkörce karşıladı, su kemerleri yaptırdı, camileri restore ettirdi ve birçok insana aylık bağladı. Öldüğünde, dul ve yetimlerin ve onu velinimeti gören birçok fakirin “feryadıyla gök inledi”.32

      Tüm Müslüman âleminden bilge ve eğitimli kişilerin oluşturduğu geniş bir grup çeşitli görevlere getirildi. Nişabur’dan gelen müderrisler Şam’daki dinleyicileri mest etti. İranlı es-Sühreverdi gibi sufiler, İbn Asakir gibi Selahaddin’in de 1176 yılındaki cenazesine şahsen katıldığı gelenekçi âlimler bir araya geldi. Aynı yıl Kahire’ye, Endülüs’ün Xativa kentinden Doğu’da yeniden parlayan eğitim ateşinin sıcağına kapılıp sürüklenen bir yabancı geldi. Bu, Kur’an’daki “çeşitli dersler” üzerine 1173 mısralık bir şiir yazan ve bunu yalnızca “Tanrı’nın rızasını kazanmak” için yapan İbn