mekânı Bağdat’ın üzerine bile ilerlemiş olan Esad Aşireti’nin meşhur emîri Sadaka’nın oğlu Dubeys tarafından komuta edilmişti.
HAÇLILARLA KURBUGA ARASINDA SAVAŞ
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
Halife El-Müsterşid hiç de ağır aksak bir kimse değildi; üzerindeki siyah cübbe ve sarığı, omuzlarında peygamberin kaftanı ve elinde kutsal asasıyla Türk birliğinin başına bizzat geçerek kalyonuna binip birliklerine kılavuzluk etti. Diğer tarafa vardığında onu, atının üzerini örten tenteyi görür görmez yere kapanarak önünde yeri öpen en önemli vasalı El-Bursuki, Musul’un hükümdarı, Basra’nın Zengi’si, başkadı, asilzade seyitlerin önderi, ulemanın, diğer önemli savaşçıların ve ricallerin başkanı karşıladı. El- Musterşid onları çadırında kabul etti; tek tek içeri giren beyler bağlılık yemini ettiler, ardından düşman bölgesi olan Hilla’ya doğru ilerleyişe geçtiler. Dubeys onları Fırat ve Dicle’yi birleştiren Nil adlı kanalda karşıladı ve iki taraf da savaş hazırlıklarına başladı.
Araplar on bin atlı ve on iki bin piyadeden oluşurken halifenin ordusunda ancak sekiz bin kadar atlı mevcuttu, piyadelerin sayısı da beş bini geçmiyordu. Müminlerin emîri asasıyla savaş hattının gerisine fakat savaş meydanını görebileceği bir konuma mevzilendi. Onun önünde ellerinde açık Kur’anlarıyla din adamları duruyordu; tüm Bağdat o gün dizleri üzerine çökmüştü, besmeleyle Tanrı’dan koruyuculuğunu bahşetmesi dilendi. Halifenin ordusunun sağ kanadı, Zengi ve bir diğer emîrin komutası altındaki düşmanın en şiddetli saldırısına maruz kalmıştı.
Antar bedevi atlılarıyla iki başarılı hücumda bulunarak halifenin birliklerinin neredeyse geri çekilmelerini sağladı fakat Zengi ustalıklı bir hareketle, el-Busuki’nin de yardımını alarak Arapları kanattan sıkıştırdı ve düşmanı kanala doğru sürdü. Düşman bozguna uğratılmıştı. Esirler acımasızca katledildi, liderleri kaçtı ve kadınları galiplerin ellerine düştü.
Kazanılan zaferden sonra Zengi şansını sarayda denemek istedi. Geçici amirlere hizmet etmekten yorulmuştu. Hizmetkârlarını ve dostlarını çağırdı ve onlara hitaben: “Durumumuz dayanılmaz hâle geldi.” dedi. “Sürekli olarak yeni idareciler atanıyor ve bizden de onların kaprislerini çekmemiz ve keyiflerine rıza göstermemiz bekleniyor! Bizi bugün Irak’a, Musul’a, yarın Mezopotamya’ya, sonraki gün Suriye’ye gönderiyorlar. Ne yapmamı öneriyorsunuz?” Bunun üzerine Zengi’nin herkesten çok güvendiği arkadaşı Zeyneddin Ali söze girdi: “Efendim, Türkmenlerin bir lafı vardır, ‘İnsanın bir erkek olmak için kafasına bir taş koyması gerekiyorsa bu taş yüce bir dağın madeninden çıkmış olsun.’ Benzer şekilde birine hizmet etmek durumundaysak bari bu sultanın kendisi olsun.” Zengi bu öğüdü tuttu ve Selçuk Mahmud’un sarayına, Hamedan’a gitti. Burada da babası gibi tahtın huzurunda bekleme ayrıcalığının ötesinde bir mükâfat almaksızın beş parasız kalana kadar bekledi. Zeyneddin’e, “Ali, dostum, dediğin gibi taşı kafamıza koyduk fakat inan çok ağır!” dedi.
Sonunda bir gün sultan maiyetiyle beraber polo oynamak için dışarı çıktı. Partner seçme sırası geldiğinde Zengi’yi işaret edip eline bir polo sopası vererek “Gel ve oyna.” dedi. Maçtan sonra geri kalan hizmetkârlarını hoyrat kıskançlıkları nedeniyle azarladı.
“Utanmanız yok mu? Karşınızda babası devlette önemli makam sahibi olmuş, iyi tanınan bir adam duruyor! Hiçbirinizin ona sunulan hediyeler kadar varlığı olmadığı gibi hiçbiriniz onun masasına o kadar davet edilmemiştir. Bunca zaman hizmetlerini karşılıksız bıraktıysam, ona bir ikta tahsis etmediysem bu maazallah sizin yapacaklarınızı görebilmek içindi.” Sonra Zengi’ye dönüp, “Sana Kunduğli’nin dulunu evlenmen için veriyorum; maiyetim düğün için gereken altını sana verecektir.” dedi.
Kunduğli sarayın en zengin asilzadelerindendi ve dulu da kral kızı kadar varlıklıydı. Şanslı emîr düğününün ertesi günü kendisinin ve karısının hizmetkârlarıyla etrafı çevrili olarak bir debdebe içinde kendini gösterdi.
Zengi’nin sarayı ziyareti başarıyla sonuçlanmıştı; 1124’te katı fakat cömert bir tutumla yönettiği Basra ve Vasit iktalarına geri döndü. Sultan ve halife karşı karşıya geldiklerinde Zengi halifenin ordusuna karşı Vasit’i savundu; ardından, eline geçirebildiği tüm teknelere birliklerini bindirerek Bağdat dışında bekleyen sultana tam vaktinde destek kuvvet sağladı. Sultan bir anda sadık beyinin yaklaşmakta olan küçük filosunu görünce hem şaşırmış hem de rahatlamıştı.
Sonuç olarak halife barış yapmak zorunda kaldı; Selçuklu, onun Barış Şehri’nde ikamet etmesine razı olurken Zengi de uzun süredir üstlenmeye can attığı göreve, Irak’ın tüm kontrolü ve hâkimiyetiyle beraber Bağdat muhafızlığına geldi. 1127 sonbaharında Musul ve Cezire (“Ada”, Mezopotamya) hükûmetlerine atandı. Sultanın oğullarından ikisini yetiştirmek gibi önemli bir görev de üstlendi; bu görevi sadece başarılı bir derebeyi ve yönetici olduğu için almamıştı. Böylece atabey -veya beylerbeyi-sıfatını da almış oldu. Bu yeni görev onu Latin iktidarıyla girilen mücadelede ön saflara taşıdı. Bundan böyle Zengi’yi Frenklere karşı imanın gücünü gösteren muzaffer komutan, Doğu’nun Cid Campeador’u37 olarak göreceğiz. Kaside yazarı onun başarılarını şu sözlerle anlatır:
“Frenkleri kendi topraklarının ortasında harap etti, müminlerin çektiği acıların intikamını aldı. İslam’ın solan hilallerini yeniden parlatarak, sönmek üzere olan iman güneşinin ateşini alevlendirdi. Müslümanlar, üzerlerinde zaferin ihtişamıyla gururla yürüyüp her dem akan başarı çeşmesinden içtiler. Teslisçileri kalelerinden, surlarından ederek yalanları ve nefretleriyle yalnız bıraktılar. Böylece bir olana inançla Ada’ya ve Suriye topraklarına geri döndü ve İslam ülküsünü savunanlar da buraya akın etti.”
Ne var ki Zengi, haçlılarla kılıç çarpıştırmadan önce yeni ve önemli iktidarında yerini sağlamlaştırmalıydı.
Şimdiye dek, unvanı olan başarılı bir önderdi ama bir hükümdar değildi. Oysa Musul’da, Dicle’den üç yüz altmış kilometre uzakta, fiilen bağımsızdı ve idaresine müdahaleye kesinlikle izin vermiyordu. Sistemi, büyük imparator Melik Şah’ın yönetimine uygundu ve Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkıntılarından doğan devletlerin idarelerine örnek teşkil ediyordu. Şahsi idareye dayalı bu sistem, raporları bir ordu dolusu casus tarafından kontrol edilen dikkatli bir müfettiş ağı tarafından işletilmekteydi. Zengi tüm komşu prensliklerin başkentlerine ve hatta imparatorluk sarayına bile casuslar yollamıştı; sultanın sabahtan akşama kadar neler yaptığını bir bir öğreniyordu. Her gün çeşitli bölgelerden ulaklar getirtir ve böylece olan bitenden en önce kendisi haberdar olurdu. Ziyaretçileri en güzel biçimde ağırlanırdı ama tabii sıkı takip hep söz konusuydu. Arazisinden hiçbir elçi gerekli bilgilendirme yapılmaksızın ve izin almaksızın geçemediği gibi, yanına güvenilir bir refakatçi verilirdi ki bu elçi insanlara uygunsuz sorular sorup burayla ilgili casusluk yapmasın. Savunmadaki zayıf noktaları açık etmeleri korkusuyla tebaasının, topraklarını izni olmadan terk etmesi yasaktı; eğer kaçanlar olursa onları teslim olmaya zorlardı. Bir grup köylü Musul’dan Mardin’e göç edince o şehrin Artuklu prensine çağrı gönderip köylüleri geri göndermesini istemişti. Timurtaş “Biz fellahlarımıza iyi bakıyoruz.” diye itiraz etti. “Onların ürettiklerinden aşar alıyoruz; sen de böyle yapmış olsaydın bu köylüler seni bırakmazlardı.”
“Efendine söyle…” dedi Zengi elçisine. “Sen ürünün yüzde birini bile alsan çoktur çünkü görüyorum ki sen o kayalık Mardin’de lüks