da olurdu; beyaz yelekli beyin kehanetinin üstünde derin iz bırakmış olduğu bu memur, cenazecinin Oliver’ı tecrübe devresine almış olduğundan ve adamın yedi yıl müddetle Oliver’ı kabul etmesi kesinleşinceye kadar çocuğun yoksullarevine dönme tehlikesi kanunca ve bilfiil bertaraf edilinceye dek Oliver’dan söz etmemeyi tercih etmişti.
“Pekâlâ.” dedi Mr. Sowerberry şapkasını alarak. “İş ne kadar çabuk yapılırsa o kadar iyi. Noah dükkâna sahip ol. Oliver, şapkanı al, benimle gel.”
Oliver itaat etti ve mesleki vazifesini ifa etmek üzere efendisinin arkasından gitti. Şehrin kesif nüfuslu kısımlarından bir süre yürüdüler, derken o zamana kadar geçmiş oldukları sokaklardan daha pis ve sefil dar bir sokağa girdiler, söz konusu olan evi bulmak için bakınmaya başladılar. Evler iki tarafta da yüksek ve büyüktü ama hepsi de kağşamıştı, en yoksul sınıf buralarda otururdu. Kolları kavuşuk iki büklüm vücutlar, ara sıra peydah olan sefil manzaralı tek tük erkek ve kadın ayrıca delil teşkil etmeseydi bile bu evlerin ihmal edilmiş oldukları belliydi. Bu evler dizisinin çoğunun cephelerinde dükkânlar vardı ama kapalıydı bu dükkânlar, baştan başa küf kaplıydı; sadece üst katlarda oturuluyordu. Eskilikten ve çürümeden dolayı tehlike arz eden bazı evler, sokağa çökmesin diye, bir uçları sokağa sıkı sıkı dikilmiş, duvarlar boyunca yükselen, koca koca kalaslarla desteklenmişti. Ama bu harap inler bile, evsiz barksız birkaç serserinin gecelediği yerler olmuştu; kapı ve pencere yerini kaplayan, kaba kerestelerin çoğu, yerlerinden sökülmüş, bir insan vücudunun geçeceği kadar delik açılmıştı. Bu inin içerisi leş gibiydi. Orada burada çürümüş ve tefessüh etmiş farelerin bile temsil ettiği açlık korkunç bir manzara arz ediyordu.
Oliver’la efendisinin önünde durduğu açık kapıda ne tokmak vardı ne zil; böylece cenazeci karanlık koridordan el yordamıyla dikkatle geçerek, Oliver’ın korkmadan arkasından gelmesini söyleyerek, merdivenin ilk kısmını çıktı. Sahanlıkta karşısına çıkan kapıya vurdu.
Kapı, on üç on dört yaşlarında bir kız tarafından açıldı. Cenazeci, söz konusu olan evin o olduğunu gösteren şeyi derhâl gördü. İçeri girdi, arkasından da Oliver.
Odada ateş yoktu; boş sobanın başında duran erkek, durmadan inip kalkıyordu olduğu yerde. Bir de yaşlı kadın vardı, soğuk sobanın başına alçak bir sandalye çekmiş, onun yanında oturuyordu. Bir başka köşede paçavralar içinde birkaç çocuk vardı; kapının karşısındaki, küçük kuytu köşede, yerde, eski püskü bir battaniyeyle örtülü bir şey yatıyordu. Oliver oraya doğru baktığında korkuyla titredi, ister istemez efendisine sokuldu; üstünün örtülü olmasına rağmen, çocuk onun ceset olduğunu fark etmişti.
Erkeğin yüzü ipince, sopsoluktu, saçı sakalı kurşuniydi, gözleri kan çanağı gibiydi. İhtiyar kadının yüzü buruş buruştu; kala kala iki dişi kalmıştı ağzında, onlar da alt dudağından dışarı fırlamıştı; gözleri pırıl pırıl yanıyor, bakışları değdiği yeri deliyordu. Oliver, kadına da erkeğe de bakmaktan korkuyordu. Dışarıda görmüş olduğu farelere öyle benziyorlardı ki.
Cenazeci kuytu köşeye doğru ilerlemeye başlayınca, erkek “Kimse yaklaşamaz ona!” diye bağırdı vahşice atılıp. “Çekil oradan! Allah belanı versin senin, çekil yoksa karışmam!”
“Saçmalamayın dostum.” dedi cenazeci, sefaletin her türlüsüne iyiden iyiye alışıktı. “Saçmalamayın.”
“Beni dinle!” dedi adam, ellerini kenetleyerek öfkeyle ayağını yere vurup. “Toprağa gömdürmem onu. Rahat edemez orada; kurtlar rahat vermez, yiyecek demiyorum, çünkü yenecek yeri kalmadı zaten, eriyip gitti.”
Cenazeci bu hezeyana karşı bir cevap vermek lütfunda bulunmadı; cebinden bir şerit çıkarıp cesedin yanına çöküverdi.
“Ah!” dedi adam hıçkırarak, ölü kadının ayak ucunda diz çöktü. “Çökün, diz çökün, hepiniz çökün çevresinde, hepiniz. Anlıyor musunuz? Açlıktan öldü zavallı. Ateşleninceye kadar durumunun kötülüğünü anlayamadım; derken kemikleri derisinin altından görünmeye başladı. Ne ateş vardı ne mum, karanlıkta öldü, karanlıkta! Çocuklarının yüzlerini bile görmeden, sadece nefes nefese adlarını söyledi, o kadar. Sokaklarda onun için dileniyordum, tutup beni hapse attılar. Döndüğümde ölmek üzereydi; kalbindeki bütün kanı kurudu, onu açlıktan öldürdüler. Bunu gören Tanrı’nın huzurunda yemin ederim ki, açlıktan öldü!” Elleriyle saçlarını hapazlayarak, avazı çıktığı kadar çığlık ata ata yerde kıvranmaya başladı. Gözleri sabit bakıyordu, dudakları köpük içindeydi.
Dehşet içindeki çocuklar, acı acı ağlıyorlardı; ama şimdiye kadar bütün olup bitenlere tamamıyla sağır gibi davranan yaşlı kadın, sessiz durmaları için hâlâ yerde yatmakta olan adamın boyun bağını çözüp, sendeleyerek cenazeciye doğru ilerledi.
“Kızımdı.” dedi yaşlı kadın, başıyla cesedi göstererek; böyle bir yerdeki bir ölünün varlığından daha dehşet saçan bir budala bakışıyla. “Ya Rabb’im, ya Rabb’im! Ne acayip! Onu doğuran ben, onu doğurduğumda kadın olan ben, şimdi hayatta olayım, canlı olayım da o orada yatsın! Sopsoğuk, kaskatı; sahne oyunu gibi bir şey bu; tıpkı bir oyun!”
Zavallı mahluk, korkunç bir neşe içinde mırıldanmaya, kıkırdamaya başlayınca cenazeci çıkıp gitmek üzere döndü.
“Dur, dur hele!” dedi yaşlı kadın, yüksek sesle bir fısıltı çıkararak. “Yarın mı gömülecek, öbür gün mü, yoksa bu gece mi? Gömülmeye hazırlayacağım onu, biliyorsunuz benim de yürümem gerek, büyücek bir manto gönderin bana, sıcak tutsun şöyle, çünkü çok soğuk. Gitmeden, kekle şarap da almalıyız! Neyse aldırma; biraz ekmek gönder sen, bir somun ekmek de işi görür, bir fincan da su. Ekmek yiyelim mi sevgilim?” dedi iştahla, cenazeci kapıya doğru hareket ettiğinde paltosuna yapışarak.
“Olur, olur.” dedi cenazeci. “Elbette, ne arzu ederseniz.” Yaşlı kadından kurtuldu, arkasından Oliver’ı çekerek acele acele çıkıp gitti.
Ertesi gün -bu arada, Mr. Bumble’ın kendisi tarafından bırakılmış olan bir parça ekmek ve bir parça peynirle ailenin yardımına koşulmuştu- Oliver’la efendisi, o sefil malikâneye döndüler: Mr. Bumble gelmişti, yanında da yoksullarevinden iki adam vardı, ölüyü taşıyacaklardı. İhtiyar kadınla, erkeğin paçavraları üstüne birer eski, siyah palto atılmıştı; çıplak tabut, çivilendikten sonra, taşıyıcılar tarafından omuzlar üstüne kaldırıldı ve sokağa çıkarıldı.
“Tabanları yağla bakalım, ihtiyar!” diye fısıldadı Mr. Sowerberry, kadının kulağına. “Epey geciktik, Papaz Efendi’yi bekletmek doğru olmaz. Haydi bakalım çocuklar, mümkün olduğu kadar çabuk!”
Böyle emir alan taşıyıcılar, hafif yüklerinin altında hızlı hızlı yürümeye başladılar; iki matemciyse mümkün olduğu kadar onlara sokuluyordu. Mr. Bumble ile Mr. Sowerberry önde, epey hızlı ilerliyorlardı; bacakları efendisininki kadar uzun olmayan Oliver’sa efendisinin yanında koşuyordu.
Mamafih Mr. Sowerberry’nin tahmini hilafına, acele etmeye lüzum yoktu pek; mezarların bulunduğu, ısırganların ürediği kilise bahçesinin karanlık köşesine vardıklarında, kilise azaları daha gelmemişti; ufak odada, ateş başında oturmakta olan memura bakılırsa Papaz Efendi’nin gelmesinin bir saat kadar sürebileceğinin hiç de gayrimuhtemel olmadığını düşünür gibiydi. Tabutu mezarın kenarına koydular; iki matemci, ıslak toprak üstünde sabırla beklemeye başladı, buz gibi bir yağmur çiseliyordu, manzaranın kilise bahçesine cezbettiği paçavralar içindeki çocuklarsa mezar taşları arasında, gürültü çıkararak saklambaç oynuyorlardı; sonra da eğlencelerine çeşni vermek için tabutun üstünden