Mann, hayretle ellerini kaldırdı; ama kısa bir an düşündükten sonra ilave etti:
“Peki, o hâlde nasıl oluyor da adı var?”
Kilise mübaşiri böbürlenerek “Ben uydurdum.” dedi.
“Siz ha, Mr. Bumble!”
“Ben ya, Mrs. Mann, sevgili mahluklarımıza alfabe sırasına göre ad buluruz. En sonuncusuna, “S” ile başlayan Swubble adını koymuştum. Bunda da sıra “T”ye gelmişti, ben de ona Twist adını verdim. Ondan sonra gelecek olan Unwin, ondan sonraki de Vilkins olacak. Alfabenin sonuna kadar hazır adlar var elimde. Z’ye gelince yine baştan başlarım.”
“Ne kadar da edebî bir şahsiyetsiniz.” dedi Mrs. Mann.
“Ya, ya!” dedi kilise mübaşiri, iltifatın pek hoşuna gittiği belliydi. “Olabilir. Edebî bir şahsiyetimdir belki de Mrs. Mann.” Cini bitirip devam etti:
“Oliver’ın burada kalması için yaşı geçtiğinden meclis yoksullarevine dönmesine karar verdi, alıp götürmek için bizzat geldim. Hemen göreyim.”
“Şimdi gidip getiririm.” dedi Mrs. Mann. Sözünü yerine getirmek için de odadan çıktı. Oliver’ın, o ana kadar geçen zaman içinde, ellerindeki ve yüzündeki tabakalaşmış kirin üst tabakasının bir yıkanışta giderilebileceği kadarı kazınmıştı, sonunda iyi kalpli hamisi tarafından odaya getirildi.
“Beye eğilerek selam ver!” dedi, Mrs. Mann.
Oliver eğilerek selamladı. Bu selam sandalyede oturan kilise mübaşiriyle, masanın üstündeki üç köşe şapkasının ortasına doğru alınmıştı.
“Benimle birlikte gelir misin Oliver?” dedi Mr. Bumble, oturaklı bir sesle.
Oliver, kim olursa olsun, onunla birlikte gitmeye hazır olduğunu söyleyecekti ama yukarı doğru bakınca Mrs. Mann gözüne ilişti, kilise mübaşirinin sandalyesinin arkasına geçmiş, dehşet içinde ona yumruk sallıyordu. Oliver hemen manasını anladı bunun; çünkü yumruk, hafızasından çok, vücudunda bırakmıştı izini.
“O da gelecek mi?” diye sordu zavallı Oliver’cık.
“Hayır, o gelemez.” diye cevap verdi Mr. Bumble. “Ama gelir, ara sıra, görür seni.”
Çocuk için büyük bir teselli değildi bu. Küçük olmasına rağmen yine de gitmekle sanki birazcık üzülüyormuş gibi davranmasını beceriyordu. Çocuğa zor gelmiyordu gözlerine yaş getirmek. Açlık ve daha dünkü kötü muamele, yardıma geliyordu ağlamasını kolaylaştırmak için; işte Oliver da bayağı ağlıyordu. Mrs. Mann öpücüklere boğdu onu. Oliver, yoksullarevine gittiğinde aç görünmesin diye, üstelik bir de yağ sürülmüş ekmek tutuşturdu eline. Elinde ekmek dilimi, başında küçük kahverengi bezden kepi, Oliver, Mr. Bumble’ın refakatinde, ilk yıllarının karanlığını aydınlatacak bir tek güzel yüz ve bakış görmediği bu sefil yuvadan çıktı gitti. Bir şey var ki, kapı arkasından kapandığında, yine bir burkuldu içi, arkasında bıraktığı sefalet içindeki küçük arkadaşları gibi, kendini de zavallı buluyordu. Tanımış olduğu biricik dostlarıydı onlar; böylece ilk defa, bu büyük, uçsuz bucaksız dünyadaki yalnızlığı içine çöktü.
Mr. Bumble, uzun adımlarla yürüyordu; küçük Oliver, altın yaldızlı şeridi olan kollarına yapışmış, her çeyrek kilometrede “Geldik mi acaba?” diye soruyordu. Bu sorulara Mr. Bumble, kısa kısa, üstünkörü cevaplar veriyordu. Cinin bazı gönüllerde yarattığı tatlılıktan eser kalmamıştı; şimdi yeniden bir kilise mübaşiri olup çıkmıştı.
Oliver, yoksullarevinin içinde bulunalı bir çeyrek olmuş olmamıştı ki, bu arada, bir ikinci ekmek dilimini de hemen hemen bütün bütün silip süpürmüştü ki, kendisini yaşlı bir kadına emanet eden Mr. Bumble, dönüp geldi ve o akşamın, meclisin toplantı akşamı olduğunu bildirerek, Oliver’ın huzura çıkmasını emir buyurdu.
Meclis denen şeyin, yenir yutulur bir şey olup olmadığını bilmeyen Oliver, şaşkın şaşkın bakıyor, ağlasın mı gülsün mü bilemiyordu. Mamafih düşünecek zaman bırakılmadı kendisine; çünkü Mr. Bumble, kendine gelsin diye Oliver’ın başına şöyle bir dokundu; biraz canlansın diye de kıçına vurdu; sonra da arkasından gelmesini emretti; sekiz on kadar beyin bir masanın çevresinde oturduğu, badanalanmış büyük bir salona götürdü Oliver’ı. Masanın başında, ötekilerden daha yüksekçe bir koltuğa kurulmuş, yusyuvarlak, kıpkırmızı suratlı, tostoparlak bir bey oturuyordu.
“Meclise selam.” dedi Mr. Bumble. Oliver, gözlerinde kalmış birkaç yaş damlasını silerek ve meclis denen şeyin -masadan başka bir şey görmediği için- masa olduğunu görerek, masaya doğru eğildi.
“Adın ne bakalım, küçük?” dedi yüksek koltukta oturan bey.
Oliver, bu kadar çok beyi bir arada görünce tir tir titredi, kilise mübaşiriyse Oliver’ın kıçına bir kere daha vurunca o da ağlamaya başladı. Bu iki sebepten dolayı, Oliver alçak ve titrek bir sesle cevap vermek zorunda kaldı; bunun üzerine, beyaz yelekli bir bey, Oliver’a “Aptalın biri.” dedi. Çocuğu teşvik ve teskin etmek için bundan daha iyi çare olamazdı.
“Küçük!” dedi yüksek koltuktaki bey. “Dinle beni. Öksüz ve yetim olduğunu biliyorsun herhâlde, öyle değil mi?”
“Efendim?” dedi Oliver’cık.
“Valla, aptal bu! Oysa ben…” dedi beyaz yelekli bey.
“Susun!” dedi ilk konuşan bey. “Anan baban olmadığını, seni kilisenin yetiştirdiğini biliyorsun ya?”
“Biliyorum.” diye cevap verdi Oliver, acı acı ağlayarak.
“Ne diye ağlıyorsun?” diye sordu beyaz yelekli bey. “Ağlanacak da ne vardı yani?”
“İnşallah her gece dua etmeyi ihmal etmiyorsundur?” dedi boğuk sesli başka bir bey. “Tam bir Hristiyan gibi, sana bakan, seni besleyen kimseler için duanı eksik etmiyorsundur?”
“Etmiyorum efendim.” diye kekeledi çocuk. En son konuşan bey, haklıydı; ama haberi yoktu haklı olduğundan. Oliver, kendini besleyen ve kendine bakan kimseler için dua etmiş olsaydı tam bir Hristiyan gibi hareket etmiş olurdu, hem de harika bir Hristiyan olurdu. Ama dua etmiyordu, kimse öğretmemişti ki.
“Bak şimdi, buraya tahsil ve terbiye görmeye, bir baltaya sap olmaya geldin.” dedi yüksek koltuktaki kırmızı yüzlü bey.
“Yarın sabah, saat altıda kıtık toplamaya başlayacaksın.” diye ilave etti asık yüzlü, beyaz yelekli bey.
Kıtık toplamak gibi bir tek ameliyede toplanan bu iyilikler için Oliver, kilise mübaşirinin emriyle eğilerek selam verdi, sonra acele acele büyük bir koğuşa sürüklendi: Orada, sert, kaba bir şilte üstünde, hıçkıra hıçkıra uykuya daldı. İngiltere’nin nazik kanunlarının ne asil bir örneği! Yoksulları uyumaya bırakmak: Zavallı Oliver’cık! Çevresindeki her şeyden habersiz uyurken meclisin, o gün bütün geleceğine azami derecede madden tesir etmek için karar aldığını bilmiyordu. Ama karar alınmıştı. O da şuydu:
Bu meclisin üyeleri pek hakim, derin, felsefi adamlardı; dikkatlerini yoksullarevine çevirdiklerinde herkesin öyle kolay kolay keşfedemeyeceği şeyi hemen buluvermişlerdi; zavallı halk seviyordu bu evi: Yoksul sınıflar için bir amme eğlence yeriydi burası, bedava bir handı; bütün yıl boyunca amme menfaatine kahvaltı, öğle yemeği, çay ve akşam yemeği veriliyordu; içinde iş miş yapılmayan, bol bol oyun oynanan, tuğla ve harçtan yapılmış bir cennet. “Ya!” dedi meclis, hakimane bir tavırla. “Biz bu durumu düzeltecek kişileriz; çok geçmeden son veririz bu işe.” Böylece şu kaideyi koydular, bütün yoksullar için iki şık