Омер Сейфеддин

Bahar ve Kelebekler


Скачать книгу

VE KELEBEKLER

      Küçük salonun fes renginde, kalın, ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema… Çiçekli ağaçlar… Uyur gibi sessiz duran deniz… Karşı sahilde mor, fark edilmez sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar… Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri!

      Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sâri, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren, tatlı bir nisan rüzgârı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyordu. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Gözlerini ara sıra, hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa çeviriyordu…

      Birden üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahverengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgâr onu tehyiç ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezelî bir fecir; nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa:

      “Yavrum, niçin susuyorsun?” dedi. “Biraz konuşalım.”

      Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedî kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak:

      “Okuyorum büyük anneciğim.” dedi.

      Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüponun altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz parlak, zarif, ince elleri, asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zapt ediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:

      “Okuduğun ne kızım?”

      “Bir roman.”

      “Neden bahsediyor?”

      “Hiç.”

      Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatın baharı idi. Arkasındaki, görmek istemediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu? Kendisini tehyiç eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir âşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgârı niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu? Tekrar sordu:

      “Söyle yavrum. O roman ne diyor?”

      Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile:

      “Büyük anneciğim, Fransızca bir roman işte.” dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

      “Adı ne?”

      “Dezanşante…”

      “Ne demek?”

      “Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.”

      “Onlar kimmiş?”

      “Biz… Türk kadınları…”

      Büyük nine düşündü. Sol eli ile siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu. Bu kız tıpkı büyük matemler geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu! Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Kalbinde ansızın bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadın, ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi:

      “Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?” dedi. “Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyük annelerinize benzemediniz. Ah biz… Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyor musunuz. Siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor; hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”

      Genç kız gülümsedi. Büyük annesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

      “Siz hiç okumaz mıydınız, büyük anneciğim?” diye sordu.

      “Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisî öğretir, cami dersi gösterirlerdi. ‘Tuhfei Vehbi’yi okuturlardı. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seciler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşavere eder, hafızamıza, zekâmıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: ‘Fâzıla, edibe, şaire, âkile.’ idi. Şimdi siz; Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabı!”

      Esmer, güzel kız yine gülümsedi:

      “Peki büyük anneciğim.” dedi. “Bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.”

      “Hayır kızım okuyor, fakat eğlenemiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”

      “Peki, söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”

      Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyük annelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler, ah hele kırmızı feraceler, baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Aralarında hiç çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler; zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi…

      Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne fevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu… Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti. Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil… Her şeyden