Омер Сейфеддин

Bahar ve Kelebekler


Скачать книгу

dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi, ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:

      “Allah’ım, bana merhamet et.” dedi. “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”

      Sonra, sürüklenerek, kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti:

      “At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım! Merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

      “Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ıstıraplarından da sen kurtar! Sana yalvarıyorum, mutlaka bana ‘binecek bir şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki, bana bir ‘binecek’ göndermezsen, buradan bir yere kımıldamayacağım, gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen, Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”

      Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlaşarak, sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.

      Zavallı Derviş Hasan, açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki… Hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler, mermer havuzlara nefti gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, sümbüller, güller; sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esirden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı, beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan, bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler onu koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki… Mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.

***

      Gözünü açınca iri bir Yürük’ün, başında, zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü:

      “Kalk bakalım, derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”

      “Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”

      Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde, yüklü, yüksüz birçok at, katır duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah, istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…

      Yürük’e sordu:

      “Nereye gidiyorsunuz, evlat?”

      “Kazdağı’na.”

      “Ben de oraya…”

      Hiç şüphesiz, bu Yürükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak, dikilen Yürük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Boş semerli birçok hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yürük dedi ki:

      “Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”

      “Ne gibi?…”

      “Şuracıkta, kısraklarımızın biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel sevabına, şu tayı kucağına al da, yokuşun başına kadar çıkarıver.”

      Derviş Hasan, gözlerini fal taşı gibi açtı:

      “Ne?” diye haykırdı.

      Yürük:

      “Ağır değil, yeni doğdu. Beş, altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi. “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”

      “Ben sevap filan istemem.”

      “Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslümanız, yapma, din kardeşlerine acı…”

      Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan, geldiği ciheti göstererek:

      “Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf.” dedi.

      Ama Yürük laf anlayacağa benzemiyordu:

      “Zararı yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.” dedi.

      Derviş Hasan, hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslümana, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yürük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değillerdi. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler; tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine katlılar. Derviş Hasan, sırtına, beline, oyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersem, hatta “Eyvallah” bile diyemeyerek, nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan, sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın, şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil, “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yürük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “istediği gibi veren”den bir daha “bir şey istemeye” “Tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.

      LOKANTA ESRARI

Yakacık, 20 Kânunusani

      Sevgili Server!

      Dün akşam mektubunu aldım. Bir sene içinde o ne dehşetli daüssıla… Diyorsun ki: “Bekârlık âlemleri gözümde tütüyor. Hele ‘Abey dor’un yemekleri… Acaba o vakit iştahımız mı çok açıktı? Şimdi artık evde o nefis yemeklerin tadını hiç bulamıyorum. En tatlı kompostolar bile bana saman gibi geliyor. Sonra beni yine eski lokantamızda bir yemeğe davet ediyorsun. Heyhat Server’ciğim, bu davetine icabet edemeyeceğim. Sen evlenip Beyoğlu’ndan, pansiyon hayatından çekildikten sonra ben de oralarda yaşayamadım. Vakıa beni ailemin köşkünden uzak tutan “Abey dor”un nefis yemekleriydi; çünkü bilirsin, müthiş bir oburum. Evet müthiş bir obur… Bu kusurumu bir felsefeye de istinat ettirmişim. İsmini hatırlayamadığım büyük bir adam demiş ki: “İnsanın hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir!” Pek yanlış bir “kavli hekimane!” âdeta “bir binanın metaneti temelde değil, çatıdadır.” gibi bir şey… İnsaniyet hayvaniyetimizin derisidir. Vücut olmayınca deri nasıl yaşar canım!

      Belki hatırlarsın, daima itiraf ederdim ki:

      “Ben yaşamak için yemiyorum. Yemek için yaşıyorum!”

      Kullarından çok fazla hâkim olan Allah, bütün mideli mahlukatını zevklerine lezzetli gelen şeyleri yesinler, içsinler, hazmetsinler diye yaratmıştır. Kâinatın, hilkatin bu basit, bu muazzam manasını sezmeyen budala filozoflar mahut meslekleri uydurarak hakikatten ne kadar uzaklaşmışlardır! Neyse… Pek derinlere