Lütfü Şehsuvaroğlu

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Скачать книгу

yapmak… Ahmed benim gönlümü yeniden yapmıştı.

      Benim; yıkılmış, ümidini kaybetmiş ruhumu tamir etmiş, belki de gemicilerin eğlencesi olma ihtimaline ramak kalmış şansımı tersine çevirmişti.

      Haremin bütün bu güzel cariyeleri mutlak güzelin ruh ikliminde fena makamına erişip tek Bir’de kayboluyorlardı.

      Mahfiruz ile onu paylaşamazdım. O ruh ikliminde kaybolsam bile kendimi ona ram ederek onun da bende yok olmasını diledim hep. Aşkın dilini öğrenmiştim. Ne yapıp edecek sadece birbirimizin olacaktık.

      Onu kendime ram ettim. Benden başkasını gözü görmedi.

      Ne yapayım? Mahfiruz ile düşman olmak istemezdim. Hatta Osman’a annesinden daha yakındım.

      Ama işte iktidar olmanın yolu entrikalar dünyasında ayakta kalabilecek asıl entrikanın sahibi olabilmekten geçermiş.

      Ben aslında Osmanlı’nın unuttuğu büyük doğunun yeniden inşaası için seçilmiş biriydim. Rum, Türk, Türkmen, Ermeni, Çerkez, Abaza, Tatar, Kalmuk, Kıpçak, Arap, Kürt, Yahudi; dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bütün doğunun ortak paydasını temsil eden bir iktidar peşindeydim. Çocukluğumdan beri Bizans’a, diyar-ı Rum’a şu Batılıların, Latinlerin ne kadar zulüm yaptıklarını işiterek büyüdüm. Andronikos’un başına gelenler sadece bir devre ait yanlışlar değildi ki… Andronikos’tan sonra da Rumlara yapmadıkları kalmadı. İstanbul’u, Konstantinopolis’i nasıl da yağmaladılar. Hiçbir şey tesadüf değildi. Tamam, imparatorlar bazı yanlışlar yapmış olabilirler ama batının doğuya baştan beri yaptığı kesin bir ön yargının sonucuydu. Kötü yönetimler genellikle bahaneydi. Hele ki, haçlı seferlerinin dördüncüsünde yaptıkları?..

      Bütün İstanbul’u yıktılar. Binlerce doğu kilisesini yaktılar. Konstantipolis’te yaşayan Müslümanlar için Galata’da bir cami vardı. Onu da yakıp yıktılar. Ayasofya’ya girdiler ve orada ağlaşmakta olan, dua eden ne kadar inanmış insan varsa hepsini katlettiler. Ayasofya’nın içi kan gölü oldu. Ayasofya’nın altınlarını çaldılar. Hatta dediler ki kendi aralarında, “Niçin Kudüs’e gidelim! İşte Kudüs burası… Bu bize yeter…” soydular ne var ne yok… Onların yaptığı zulmü doğudan gelen hiçbir kimse yapmamıştı.

      Lanet olsun ki Osmanlı içinde de büyük doğuyu idrak edemeyen şapşallara şahit oldum, batıya kul köle olan akılsızları gördüm.

      Kösem Sultan’ın Anastasya’nın İzini Sürmesidir

      Andronikos, Fatih, Efram ve diğer büyük doğu rüyalarını bir kenara bırakıp bir an babası, Agios Nicolas zangocu Pierre Aretino’yu hatırladı Anastasya. Bir de aziz peder Kostas Vasilidis’i… Onu daha çok baba diye hatırlıyordu. Manevi babasıydı da. Hem babasına, hem kendisine tarih, felsefe, din öğretmişti. Tinos’tan ayrılmazdan birkaç gün evvel söyledikleri kulaklarından gitmiyordu. Öyle bir kızım deyişi vardı ki, Anastasya’nın aklına hep kötü, karmaşık şeyler getiriyordu bu. Biricik anası Tanya’yı hep güzel, saf ve temiz bir ruh olarak hatırlamak istemişti. Ama içinde depreşen cinler ona sanki başka şeyler söylüyordu. Olsun. İkisi de öz ve manevi babası idi. Hangisinin öz, hangisinin manevi olması niye önemli olsundu?

      …

      Adalar topluluğunun tam ortasında bir yerde yer alıyordu adası. Tinos adasının karşısında küçük, adı sanı olmayan bir adacıktı. Ama koca yarımadanın başkenti Atina gibi Athinos adında bir köyü vardı. Güneyde Vari, batıda Finikas… Agios Nicolas kilisesi tam da Tinos’a bakardı. Akşam olunca Tinos’un ışıkları görülürdü. Zaman zaman Tinos’taki kiliseye de giderlerdi.

      Tinos’ta Hristiyanlığın iki mezhebi de vardı ve ikisi de güçlü taraftar kitlesine sahipti. Sık sık mezhep kavgaları olurdu. Küçücük ada aynı zamanda yeryüzünün bütün din ve mezheplerinin tartışıldığı entelektüel bir ortama sahipti. Bu kendiliğinden mi olmuştu, yoksa adaya gelen Finikeliler, Cenevizliler, Afrikalılar ve tabii Osmanlılar sayesinde mi; bilmiyordu.

      Fakat Bizans’ın yaşadıkları, Hz. İsa ve Hz. Meryem meselleri, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Süleyman, Davut, ilk İslam akınları, Bizans imparatorlarının bazılarının batıyı değil de doğuyu tercih edişleri; Haçlı seferleri, “İstanbul’daki Latin baskını ve Ayasofya’nın içinde masum Hristiyanların Haçlı sürüsü tarafından katledilişi… Hep aklındaydı. Hatta “Konstantinopolis’te Latin serpuşu göreceğime Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” gibi sözler üzerinde yapılan sokak tartışmaları hep aklındaydı.

      “Ah sevgili babacığım! Nasılsın, ne hâldesin? Sağ mı acaba?”

      Ya Vasili Baba, ondan da hiçbir haber alamamıştı.

      Babasının sağlığından ilk defa ciddi endişe duydu Sultan. Bundan böyle valide sultandı, ne yapıp edip babasını bulduracaktı. Hatta onu saraya aldıracaktı. Olur muydu?

      Neden olmasın?

      O artık üç kıtada at koşturan şanlı bir imparatorluğun, büyük doğu imparatorluğunun kraliçesi idi. Ne kraliçesi… Valide sultanıydı. Valide sultan demek kraliçelerden üstün olmak demekti.

      Devlet işlerinde bir yeri vardı…

      Devlet de bütün cihanın devletiydi.

      Babasını bulduracak ve yanına aldıracaktı. Pierre Arentino’yu da, belki Leonardo’yu da… Evet, evet köyünü bile istese İstanbul’a taşıyabilirdi. İstese Vasilidis Baba’yı da…

      Acı bir elemle yüzü gerildi. Vasilis Baba’yı getirtebilir miydi ki?

      Hiç olacak iş mi?

      Nasıl da unutur insan? Ama babasını buldurabilir ve belki vezirlik bile verirdi.

      Prefekture’deki, Agio Nikolas’taki, Vari’deki, Tinos’daki, Gavrio’daki konuşmalarını hiç unutmuyordu.

      Zangoç babası, Aziz Peder Vasilidis sayesinde neredeyse bir papaz kadar dinî bilgiye sahip olmuştu. Bir yandan babası, diğer yandan Aziz Vasilidis yaşıtlarından daha ileride bir bilgiye ve görüşe sahip olmasında ne kadar da büyük emek sahibiydiler. Onlara şükran duyuyordu. Belki de şimdi kraliçeliği, hayır hayır valide sultanlık bütün kraliçeliklerden daha üstün ve şerefli bir makamdı, valide sultanlığı hak etmesinde onların uzak görüşlülüklerinin ve tarih bilgilerinin büyük etkisi vardı.

      Büyük doğu fikri, ta o zamanlardan Anastasya’nın aklına yerleşmişti ama şimdi daha iyi anlıyordu babasının ve aziz pederinin anlattıklarını…

      O zamanlar Bizans imparatorlarının bir zaafı gibi görüyordu doğulu halklarla olan münasebetlerini… Ne kadar da haklıymışlar oysa…

      Uzaktan balıkçılar ağlarını toplarken pazarcılar da üste kalan borçlarını ödüyorlardı. Güneş çoktan Monna Dağı’nın üstünde kaybolmuştu fakat akşamın ziyası iskeleyi aydınlatmaya yetiyordu. Yosun kokuları arasında ateşteki tavuğun kanatları kızardıkça çeviriyor ve önce sıcaklığını kontrol ediyor sonra Anastasya’ya bir parça uzatıyordu papaz…

      Akşam yemeklerini yerken klasik eğitimini sürdürüyordu babası…

      Bazı akşam yemeklerinde Vasili Baba da sofralarına konuk olurdu. Özellikle Vasili Baba geldiğinde, melek yüzlü Petlis Amca da gelirdi.

      Anastasya iki elini yanaklarına koymuş ağzındaki kızarmış piliç kanadındaki deriyi çevirirken büyüklerin sohbetini merakla dinliyor, arada kendisi de lafa karışıyordu.

      …

      “Andronikos aslında Kral Manuel ile amcaoğlu idi Anastasya’m.”

      …

      “Bizans