Lütfü Şehsuvaroğlu

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Скачать книгу

onu bekliyordu. Soylular, eski düzenin devamından yana olanlar, sindirilmiş devlet kurumları ile çok sayıda insan intikam peşindeydi, dışarıdan gelebilecek her müdahalede yıkıcı olmaya azmetmiş gibiydiler.

      Böylece iflas etti Andronikos’un siyaseti…

      Macar Kralı Bela ile Sırp lider Stephan imparatorluğa karşı bayrak açtılar. Kısa zamanda da başarılar elde ettiler. Etraftaki zafiyet ayyuka çıktı. Komşudaki karışıklıklar iç siyaseti de etkiledi. İmparatorluk sınırları içindeki zayıf bağlar kolayca koparılmaya başlandı. Manuel zamanında çok pahalıya mal olan o büyük Macaristan zaferi artık şanla anılamıyor hatta kötü izler olarak hatırlanıyordu. Macar ve Sırp zaferlerinin meyveleri bir bir elden uçtu gitti. İmparatoriçe Maria’yı öldürdüğü için Andronikos, Macar kralına büyük bir koz vermişti. Bela, Manuel’in dul karısının intikamını alacağını cümle âleme duyurmuştu. 1183 yılında Macarlar ve Sırplar birleşerek imparatorluğa saldırı gerçekleştirdiler.

      Belgrad, Niş, Sofya ve Braniçevo tahrip edildi. Neredeyse imparatorluktan koparıldılar. Öyle ki altı yıl sonra Haçlılar buralara geldiklerinde ölü birer şehirle karşılaştılar.

      Bizzat imparatorun ailesi Kommenos ailesi, Andronikos’un rejimine muhalefet etmeye, derin sert muhalefete katılmaya başladı. Çırpınırcasına direndiler. Herkesle ittifaka yanaştılar. Düşmanlardan umut beslediler. İmparatorluğun hemen sert yumruğunun erişmeyeceği yerlerde müstakillik kazandılar. Mesela İzak Kommenos Kıbrıs adasında kendi hâkimiyetini kurdu. Adına para bastı. Yaptığı küstahlık cezasız kaldı. Bu da imparatorun o büyük gücüne gölge düşürdü. Sadece İstanbul’daki yakınları cezalandırıldı.

      Ardından Normanlar darbe vurdu. Sicilya Normanları, Bizans’a karşı sefer başlattılar. Aleksios zamanında Selanik’e kadar gelemeyen Normanlar bu sefer Selanik’e girdiler. Norman donanması Selanik limanına yanaştı. Şehri topa tutmaya başladı. Şehri savunan David Kommenos aciz kaldı. İstanbul’dan gönderilen yardım da yetişmedi. Selanik Normanların eline geçti. Üç yıl önce İstanbul’da nasıl ki Latinlere saldırmışlar, onları en ağır işkencelere maruz bırakmışlardı, şimdi de Latinler aynısını Bizanslılara yapıyordu.

      İstanbul içinde vehimlerle boğuşan Andronikos’un baskısı artarken yaklaşan dış tehdit de yakından hissediliyordu. Düşman işgali 12 Eylül 1185 tarihinde gerçekleşti.

      Son Kommenos imparatoru 12 Eylül’de yaka paça götürüldü, didik didik edilerek acımasız bir şekilde üstelik düşman kuvvetler tarafından bile değil, zulüm gördüğünü ileri süren kendi halkı tarafından öldürüldü.”

      Vasili durdu, Pierre’e baktı. Sonra Anastasya’ya…

      “Bundan sonrasını da Pierre anlatsın, biz dinleyelim. Bak Anastasya seyret. Baban kadar tiyatro sanatçısı var mı şu adalarda? Hatta tüm Yunanistan’da?”

      Ben Mahpeyker Kösem Sultan

      Babama öfkeliydim bazen. Neden Peder Vasilidis ne derse hemen sadık bir kölesi gibi koşturuyordu?

      Anlıyordum elbet, babam bir zangoçtur ve papazın hizmetindedir. Ama biz o köyde o kadar eski bir aileyiz ki babam zangoç olmasa da geçinir giderdik diye düşünüyordum.

      Belki de aralarında başka bir şey vardı.

      Babam ile Vasili Baba… Baba mı desem, aziz peder mi desem, amca mı desem, gerçi hepsini söylüyordum ama o en çok Vasili Baba dememden hoşlanıyordu.

      “Ben de senin baban sayılırım Anya.” derken sonraları “Gerçekten babam mı yoksa?” diyemeden edemedim.

      Thisilas’la Venedikli gemicilere yakalandığımız o geceyi unutamıyorum.

      Bekâretimi kaybetmeme ramak kalmıştı.

      Namussuz gemici bizi gemiye kilitlemişti. Tanrı’m burada başıma bir iş gelirse, bekâretimi kaybedersem hiçbir saraya gelin giremem, cariye bile olamam…

      Thisilas’ı köle olarak satacak, beni de… Beni de artık ne yapacaksa?

      Şarap fıçılarının, amforaların, kürklerin istiflendiği ambarda her ikimizin de elini bağladı ve karşımıza geçip keyifle zıkkımlandı…

      Leonardo’yu kızdırmak için Thilas ile evlerinin önünden geçip iskeleye kadar el ele koştuk. Kesinlikle biliyordum ki Leo pencereden üzgün, belki de ağlamaklı bizi izliyordu. İskeleye doğru inmeye başlayınca artık bizi göremeyeceği için sertçe Thilas’a, “Çek be ellerini!” dedim. O da ne olduğunu anlayamadan çekti. Hem de çok korktu. İskeleye indik. İskelede tuhaf bir gemi vardı. O kadar eski ve o kadar kocamandı ki, sanki İspanyolların o büyük kalyonlarından biriydi. Belki de savaş kalıntısıydı ve hasarlıydı. Öylesine tamir edilip ticaret gemisi yapılmış olabilirdi. Thilas’la ne olduğunu anlayamadan kendimizi kafamıza çuval geçirilmiş vaziyette geminin güvertesinde bulduk.

      Bizi hırsızlıkla suçlayan bir adam ikimize de tokat attı. Ben de sinirden bağırdım, ağzıma gelen küfürleri sıraladım. Adam bir tokat daha atacakken karşılık vermek için kafamı kafasına vuracak gibi hızla ileriye hamle yaptım. Ellerim bağlı olduğu için ancak öyle karşılık verebilirdim. Fakat isabet ettiremedim. Adamla birlikte yere yuvarlandık.

      Yerde beni sımsıkı tuttu. Ben de çırpınıp durdum. Hırsla bir yandan bağırıyor, bir yandan da onu ısırmaya çalışıyordum. O ise kaba ellerini her yanıma bastırıyordu. Ağzı ne kadar da pis kokuyordu. İğrenç adam dudaklarımdan öpmeye çalışıyordu. Ağzımı sıkı sıkı kapattım. Allah’ım ne kadar da iğrençti! Ben, ben, kraliçe olacak adalar kızı, bakire olarak saraylara gitmek zorundayım. Namusumu öyle kolay teslim edemem. Hele hele şu iğrenç gemiciye…

      Öpmelerden bir şey anlamayınca dilini çıkarıp yalamaya çalışıyordu. O an ağzımı açtım ve olanca gücümle dışarıya sarkmış dilini ısırdım. Ağzıma gelen parçayı da tükürdüm. O zaman kollarını gevşetti bana bir tekme savurarak can havliyle güvertede bir o yana bir bu yana koşmaya başladı.

      Adamın bağırtısına iskeledeki gemi mürettebatı koştu geldi. Onu alıp iskele hekimine götürdüler. Ağzından kan akıyordu. Diğer adamlar bize doğru seğirttiler. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

      Üç gemici bizi sorguladı. Zavallı Thilas ağlayıp duruyordu. “Kes artık şu bet sesini!” dedim. Birdenbire sustu. Bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Bana bulaştığına pişman mı olmuştu? Yoksa o da beni elde edebileceğini mi sanmıştı?

      Alnında uzun bir yara izi olan, bir şövalye cesedinin üzerinden yürüttüğü elbisesiyle şövalye karikatürüne benzeyen, ön tarafı kel, arka tarafı uzun örgülü kır saçlı adam bir asilzade pozuyla elleri belinde aklı sıra bizi sorguluyordu.

      “Bir gemiciye saldırdığınız için, hele hele gemimizde hırsızlık yapmaya teşebbüs ettiğiniz için denizcilik kurallarına göre sizler artık bizim kölemizsiniz.”

      “Böyle aptalca bir şey olur mu? Biz yukarı köyden geliyoruz. Geminize sadece baktık bayım.” diyecek oldum.

      Adam istifini bozmadan, “İyi de hanımefendi, müşteri veya gemi personeli olmadığı hâlde gemiye çıkan kişi o geminin kurallarına tabidir. Bilmiyor musunuz?” dedi.

      “Ama biz gemiye çıkmadık ki… Sadece…”

      “Sadece rampa tahtası üzerindeydik, diyeceksiniz biliyorum. Fakat bilmelisiniz ki dosa, pasaralya veya iskele rampası, ne derseniz deyin o tahta da gemiye aittir ve gemidesiniz demektir.”

      “Ama bir şey çalmadık biz…”

      “O sizin iddianız… Pekâlâ, biz niçin aşağıda, iskele ve civarında gemiden antika vazoyu çalan kişiyi arıyorduk