Lütfü Şehsuvaroğlu

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Скачать книгу

başkalaşmadı.

      O hâlde devrik imparatoru kuleye kapattılar. Tekfur Sarayı’nın (Vlahernes) Anemas Kulesi’ne götürüp zindana tıktılar. Kimse yiyecek ve içecek vermedi. Bir kişi su verecek oldu, bir başkası önceki adam tam kapının mazgalından tası itecekken tekmeyle tası devirdi ve sular etrafa saçıldı. İmparator yerdeki suları yalamaya çalışırken de ona acımadılar.

      Birkaç gün sonra öteki gözünü de törenle çıkardılar.

      Yine ayakları zincirli vaziyette olan sabık hükümdarı zindandan alıp bir uyuz deveye bindirerek şehri dolaştırdılar.

      Bir sokağın başına geldikçe önce binbir hokkabazlıkla devenin üstündeki zatı tanıtıyormuş gibi yapıyorlar, sonra tekrar işkenceye başlıyorlardı.

      Evinden idrar dolu kovasını kapıp gelen biri, bu sokaklarını teşrif eden tek kollu kör adamın başından aşağı onu boşaltıyor, bir başkası nereden bulduğu bilinmeyen bir topuzu kafasına indiriyordu.

      Yerdeki çamuru kapan bir başka Bizanslı, göz bebeği artık olmayan eski imparatorun göz çukurlarına onu sürüyor. Bununla da iktifa etmiyor burun deliklerine tıkıyor arta kalan çamuru…

      Susuzluktan kurumuş dudaklarını artık tükenmiş mecaliyle ancak bir miktar titretebilen, dudaklarını aralayıp da “Ne olur bir damla su!” bile diyemeyen imparatorla dalga geçen birisi “Ne o susadın mı, su mu istiyorsun?” diyerek her türlü pisliğe bulaştırdığı süngeri ağzına sıkıyor…

      Ağzının içine sıkıştırdıkları süngeri zor bela dışarı püskürtebilen rezil imparator, bilincini yitirmek üzereyken onu biraz dinlendirdiler, sonra naçar, bitkin, handiyse bir cesetten farksız bedenini At Meydanı’ndaki dişi kurt ile sırtlan heykelinin arasındaki sütunlara astılar.

      İmparatorun çektiği acılar yüzüne yansıyordu. Ama nefret dolu gözler ondan hıncını alamamıştı.

      Ne yapmıştı bu kadar, şu naçiz vücut, halkına?

      Dışarıdan şehre gelen birisi için zor bir bilmeceydi bu.

      Onu yumruklayanların, gözünü çıkaranların, yüzüne tükürenlerin, saçını yolanların, kolunu kesenlerin ne sebebi vardı?

      Vardı elbet…

      Saçını alnından yolan kadının kocası hâlâ evinde bakıma muhtaç, iki gözü oyulmuş hâlde yaşam savaşı veriyordu. Bir başkasının iki kolu da kesilmiş her öğün karısının uzattığı kaşığı yalamaya çalışıyordu.

      Evvelce gadre uğramış, işkence görmüş, hapis düşmüş, onuru zedelenmiş daha bir sürü insan yılların biriktirdiği nefreti kusuyorlardı. Kustukça kusmaları geliyordu.

      İki sütun arasında kolları ve ayaklarından asılı imparator paçavrası çarpı işaretini andırıyordu. Fakat biraz sonra kesik kolunun ucundan bağlı urgan kurtuldu ve kesik kol vücudunun sol yanına doğru yattı. Bu birden oluşan komik görüntü nefret dolu halkı kahkahaya boğdu. Ama bu şekilde yüzü kapanmış gibiydi. İki görevli uzanıp urganı tekrar koluna doladılar.

      İmparatorun aklına Tanrı düştü.

      Yakarmaya başladı.

      “Ya Rabbi acı bana yeter! Zaten kırılmış bu kamışı daha da kırma… Canımı al!”

      Fakat onun hâlâ imparator gibi durduğuna inananlar da vardı. Bunlar koşarak elbiselerini parçalamaya başladılar.

      Koca bir kazıkla birisi geldi.

      İmparatorun yanına yaklaşınca elindeki kazığı yukarı kaldırdı zafer işareti gibi bir şey yaptı ve sonra aniden imparatorun asılı olduğu iki sütun arasındaki taşa çıkarak kafasından tuttu ve kazığı gırtlağından sokup bağırsaklarından çıkardı. Kazık bütün iç organlarını parçaladı asılı adamın.

      İki Latin şövalye gururla geldiler ve kılıçlarını çekerek şaklattılar. Kılıçlarının keskinliğini son nefesini vermeye çalışan devrik imparatorun üzerinde kontrol ettiler. Biçtikleri her organdan kan fışkırıyordu.

      Sonunda imparator öldü. Artık acı da çekmiyordu ölüm meleği ona yaklaştığında…”

      Anastasya bir uykudan uyanmış gibiydi.

      Zangoç babası bütün bunları nereden öğrenmişti?

      “Babacığım bunları nereden öğrendin?” diyebildi.

      “Nereden olacak a kızım? Manevi babamız Vasili’den…” Vasili’yi işaret etti. “Biliyorsun o İskenderiye’de, Selanik’te, Bağdat’ta okumuş; doğu ve batı düşüncelerinin hepsini öğrenmiş inançlı, bilgili bir aziz… Bizim de aile dostumuz. Medar-ı iftiharımız.” Zangoç, Vasili’ye dönerek tekrar temenna gösterdi.

      “Hatırlıyorum, beni kucağına alır, şiirler okurdu, masallar anlatırdı.” Sonra yüzünü astı ve Vasili’ye dönerek:

      “Ama epeydir bunu yapmıyor!” dedi.

      Vasili’nin gözlerini içeriden bir acı titretti, göz akında bir ıslanma meydana geldi, tarifsiz bir hüzün ve neşe dalgası aynı anda benliğini kuşattı.

      Vasili kollarını açtı, Anastasya’nın koşmasını bekledi.

      “Yine anlatırım, sen bütün adaların en güzel prensesisin. Gel canım kızım!” dedi.

      Anastasya aniden fırladı ve Vasili’nin açık kolları arasına doğru koştu. Manevi babasına sımsıkı sarıldı. Vasili de ona kızı gibi sarıldı.

      Pierre yaban durmadı o da gelip Vasili’nin kızına sarılan elini dışarıdan öptü.

      “Vasili çok şey öğretti bana, çok şey verdi. Tanrı, ondan razı olsun…”

      Ben Mahpeyker Kösem Sultan…

      İmparator büyük bir nefretle parçalanarak öldürülmüş.

      Niçin bu kadar nefret etmişler kendi krallarından?

      Ne yapmış?

      Ülkesini mamur yapmak, Latinlerin zulmünden kurtarmak için doğuya açılmış.

      Fakat devlet için acımadan tek tek harcadıkları da olmuş. Demek ki devlet idaresinde düşmanların kanatlarını kırmayacaksın. Gözlerini oymayacaksın, hapislerde çürütmeyeceksin.

      Onları ya tamamen yok edeceksin ya da intikam duygusuna düşürecek şekilde çok fena kanadını kolunu kırmayacaksın.

      Ben hep bu usulü denedim.

      Anemas -ki şimdi biz ona Yedikule diyoruz- Zindanları’na gittim. İşkenceden kaç mazlumu kurtardım? Yedikule Zindanları’na her gidişimde Andronikos’un başına gelenleri düşünürdüm. Hangi hücrede yattı? Nerede sürüklendi? Nasıl çıkarıldı? Zindanı tamir ettirdikten sonra buraya attırdıkları, o içeride yatarken neler yaptılar?

      Sadece Yedikule Zindanı mı?

      Diğer hapishanelere de aydan aya gidip içeridekilere yardım elimi uzattım. Ne ihtiyaçları varsa gördüm.

      Bazılarını hürriyetlerine kavuşturdum. Serbest bıraktırdım.

      Hapishanelerle özel olarak ilgilenmem Yeniçeri Ocağı’nda da Sipahi Ocağı’nda da çok dikkat çekti.

      Bakın vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıklarına…

      Kösem Sultan’ın yaptırdığı imaret, külliye, cami, şadırvan, hamam, köprü ve yollara değinmeden edebiliyorlar mı? Belki asırlar sonra her eserimin üzerine sayfalar dolusu kitap yazılacak, bundan eminim.

      Ama en çok da hapishanede ömür çürüten,