öfke Osman’a karşı da büyümüştü. Osman’ın umurunda değildi lakin… Astıkça asıyor, kükredikçe kükrüyordu. İlmi siyasa ile saklaması gereken bazı şeyleri ulu orta haykırıyordu âdeta. Özellikle Yeniçeri Ocağı bu genç padişahın planlarından rahatsızlık duyuyordu.
Hem Osman, hem Fatih, hem Kanuni, hem Yavuz, hem Mevlana, hem Yunus olmak kolay mı? Osman bunların hepsini olabileceğini düşünen bir ülkücüydü. İdealleri en uzak maziye uzanıyor, en uzak geleceği kuşatıyordu.
…
“Yine serhat boylarında askerin başında olmak vardı.” deyip kılıç kuşandı, zırh giydi, Ordu-yu Hümâyun’u toplayıp Tuna’nın öte yanına geçti. Genç padişah heyecanına ve hırsına yenik düştü. Ahmed’imin yapamadığını onda görmek istemesi yetmemişti. Keşke Ahmed’im kadar nefsini murakabeye muvafık olsaydı. Keşke…
O neydi öyle, Edirne’de ava çıkmış gibi Ordu-yu Hümâyun Tuna boylarındayken gariban ve çaresiz tutsaklara ok atmak?..
Hava basmak isteyen padişah, bilakis askerin nefretini kazanmıştı.
Hotin seferi yüz bin cana mal oldu. İki taraf da çok zayiat verdi ama iki taraf için de zafer söz konusu değildi.
Bu sefer de pişmanlık hissi gösteren padişahın bu tavrına yine içerledi asker.
Osman’ım, Andronikos gibi yapıyordu. Şehirde aleyhine yeni tezgâhların kurulmasına zemin hazırlıyordu. Hotin seferinden dönerken Edirne’de karşılaştığı Rus kızını almış, ondan bir çocuğu da olmuştu. Birdenbire valide sultan hayalleri gören Rus dilber sarayda eğlenceler tertip etmeye başlamıştı. Bir zafer olarak görülmediği hâlde Hotin için zafer kutlamaları Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olacak ki aniden patlayan bir bomba Rus kızının doğurduğu küçük şehzadeye rastladı ve hayatını aldı. Halk “lanetli!” demeye başladı. Sadece Rus kızına mı? Bunu, padişaha kadar uzatan haddini bilmezler de çıkmadı değil.
Andronikos’un lanetli olduğunu ileri süren İstanbullu, şimdi de Osman’ın lanetli olduğunu sanıyordu. Gerçi İstanbullunun kimliği biraz değişmişti ama şehrin herhâlde bir ruhu vardı. Onda muhtemel bir felaketi hazırlayan fırtınalar esiyordu.
Çocuğu ölünce Osman da bir lanet olduğuna inanmış ve Rus cariyeyle ilişkiyi kesmişti.
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne gidip babasının yaptıklarını yapmak istedi. Tövbe-i istiğfar etti. Artık çocuksu şeyler yapmamaya karar verdi. Babasının yakın dostu Şair Nef’i onun zafer olarak addedilmeyen Lehistan seferi için çok güzel bir şiir yazdı. Nef’i, Ahmed’ime de çok güzel şiirler yazmıştı. Sultanım Arz Odası’nda kendisine yine bir gün piyano çaldığımda dedi ki:
“Bu şarkıları Şair Nef’i de dinlemeli. Ne dersin onu davet edeyim mi bir müsait zamanda?”
Ne kadar memnun olmuştum. Fakat belli etmedim. Sultanım yanlış anlamasın istedim. O büyük şairi o kadar merak ediyordum ki… O beyitleri yazan insanın ruhuna dokunmak, bir merhaba demek, gözlerindeki manayı keşfetmek, bazı kelimelerin izahını istemek cennet bahçelerinde hurilerle gezmek gibi bir şey olsa gerek…
Mesela “Baht uyansa hâba varsa dîde-i bîdârımız / Düşde bâri gayrıdan tenha düşürsek yârımız” beytinde hâb derken sadece uykuyu mu kastediyor, yoksa başkaca mazmunu var mı diye sormayı ne çok isterdim. Sevgiliyi başkalarından ayırarak rüyada görebilmek… Bunu söyleyen bir dil kimi kastettiğini de söylemeli…
Ahmed’im genç yaşta rahm-u rahmana gitti lakin ben şimdi sevgiliden ayrı ne rüyalar göreceğim? Ne görsem bana kâbus gelecek…
Ne diyordum; işte o büyük şair Osman’ım için şunları yazdı. Ahmed’ime yazdıklarından daha güzeldi.
“Aferin ey rüzgârın şehsüvar-ı saf-deri
Arşa as şimendengerü tîğ-i Süreyya-cevheri
..
Ser-firaz itdün liva’ü’l-hamd-i din-i Ahmedi
Kâfire gösterdün el-hak dest-i bürd-i Hayderi
Tîğine n’ola yemin eylerse ruh-ı Murtaza
Bir gaza itdün ki hoşnud eyledün peygamberi”
Peygamberin övgüsüne mazhar olmak bütün Türklerde en nadide övünç vesilesidir, bunu biliyorum. Fatih’in İstanbul’u fethine dair peygamberin hadisi dillerde pelesenk olmuştur. Tîğ ki hem sevgilinin kaşı, hem de kudretin kılıcıdır. Sadece dest ile başlayan ya Rabbi yüzlerce kelime var bu dilde. Dest-i bürd-i Hayder, bana dest-i bürd-i Mahpeyker’i hatırlattı. Fakat ona daha çok var.
Beni daha ziyadesiyle masal iklimine çekişi ile heyecanlandırıyordu Nef’i’nin şiiri. Firdevsî’nin “Şehnamesi” ne ki?.. Şu hitap, şu hadiseyi anlatış biçimi, sanki bir tiyatro gibi. Belki de şairin şiirlerini öyle okumak gerek. Tiyatroda gibi…
“Mah-ı nev sanma felekde göricek peykârını
Ditredi Behram elinden düşdi zerrin-hançeri
Ol kadar kan dökdi şemşirin ki ‘aksiyle anun
Kâse-i yakuta döndi günbed-i nilüferi
Bir avuç gevher saçardı ‘âleme gûya kefin
Saldıgınca düşmene gâhi murassa şeş-peri
Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipah-ı saf-be-saf
Bir neheng olsa n’ola her top-ı ejder-peykeri
Her alay bir mevc-i tufan-hîzidür anun n’ola
Har u has gibi önünce kaçsa kâfir askeri
..
Karşu durmaz sana şimden sonra bu ikbal ile
Düşmenin ger kahraman olsa ser-a-ser leşkeri
Afitab-ı bahr u ber sahib-kıran-ı şark u garb
Şehsüvar-ı nam-ver rayet- güşa-yı saf-deri
Asuman-ı devletin Hurşid-i kudsi-pertevi
Bezm-gâh-ı şevketin Cemşid-i hurşid-efseri
Şah-ı vala rütbe ‘Osman Hanı Gazi kim felek
Görmemişdir böyle bir şahen-şeh-i ceng-averi
Şehsüvar-ı ‘âlem-ara kim revâdur olsa ger
Na’l u mih-i rahşı çarhın afitab u ahteri
..
Fikr-i evsafın gıda-yı ruhdur endişeme
Dil helak olur eger olsam o sevdadan berî
Böyle cevher var elimde n’eyleyüm dünyayı ben
Başına çalsun felek ayine-i İskender’i
Âlemi teshir içün hatem ne Iazum tab’uma
Ben Süleyman-ı hayalem n’eyleyüm engüşteri
Her ne dirsem ism-i azam gibi olur karger
Ol kadar ta’zim ile dinler sözüm ins ü peri
Başla şimden sonra ey Nefi du’a-yı devlete
Bir du’a it kim ola hüsn-i kabulün mazharı
Eyleye ta Husrev-i sahib-kıran-ı şark u garb
Eşheb-i zer-palheng-i subh ile cevlangeri”
Elbette âmin dedik bu duaya, lakin