Lütfü Şehsuvaroğlu

Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü


Скачать книгу

gözleniyordu. Gemilerdeki yeniçeriler ağalarını dinlemeyip karaya çıktılar.

      Koca Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet Ağa’ya Ahmed’imin yaptırdığı bana göre dünyanın en güzel, en mavi camisini görüyorum. At Meydanı’ndaki isyancılar, subaylarını ve yeniçeri ağasını kovaladılar.

      Önce lalanın köşkünü hedef seçtiler. Belki de bu fikirleri genç padişaha onun aşıladığını düşünüyorlardı.

      Padişaha eksik haber uçuruldu.

      Lalaya ve kızlar ağasına karşı imiş isyancılar…

      Zavallı padişah habersizdi tehlikenin büyüklüğünden.

      Şöyle dedi kendinden emin:

      “Onlara gidin ve şöyle deyin: Padişah Anadolu’ya gitmekten vazgeçti ama sizin demenizle ne lalamı, ne de kızlar ağasını azlederim.”

      Bu haberi de götürmediler isyancılara… Belki de gece boyu yapılan kurgulara lüzum kalmayacaktı. Oysa isyanın piştiği ocakta sabaha kadar söylentiler yayıldı durdu. Padişah bütün ocağı lağvedecek, yerine yeni bir ordu kuracak. Belki de yarın bostancılar yeniçerileri yok edecekti.

      19 Mayıs 1622’yi gösterdiğinde tarih, Fatih Camii’nde toplanan isyancılar, Halil ile Feridun adındaki yeniçeri kâtiplerini temsilci seçip taleplerini At Meydanı’nda bekleyen şeyhülislama ilettiler. Şeyhülislamın yanında Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi ve bütün İstanbul’da itibarı yüksek bir şahsiyet olan Sultanahmed Camii vaizi de bulunuyordu. İsyancıların kellesini istediği altı kişi vardı listede: Lala Ömer Efendi, Kızlar Ağası Süleyman Ağa, Sekbanbaşı Nasuh, Kaymakam Ahmed Paşa, Başdefterdar Baki Efendi ve nihayet Sadrazam Dilaver Paşa.

      Padişah hâlâ yaklaşmakta olan tehlikeyi görmüyordu.

      “Bırakın bu sefil ayaktakımını! Çıkardıkları kargaşada boğulup giderler!” demesi ve ulemanın da “Siz vermezseniz bunlar alırlar.” şeklindeki karşılığı işi daha da arapsaçına çevirdi.

      “Susun bre nadanlar, isyancıların sözcüsü gibi konuşuyorsunuz!”

      Eski sadrazam Hüseyin Paşa padişahın ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş:

      “Biz senin önünde bir hiçiz. Bizi ver ve unut, kendini kurtar!”

      Ne kadar da duygulanmış genç ve hisli padişah, fakat delikanlılığa halel getirmemiş güya… Tıkmış şeyhülislamı ve ulemayı sarayda bir daireye…

      Böylece isyan sarayın dışında büyüdü. Kontrol edilemeyen içine girilip yönlendirilemeyen her ihtilal sonunda birkaç taviz ile bertaraf edilebilecekken en tepedekini yemek zorunda kalır.

      Hep öyle olmuştur.

      Dışarıda büyüyen isyanın, gelişen ihtilalin saray farkında değildi.

      ..

      Ulemayı At Meydanı’nda bekleyen asiler, sarayda bir tezgâhın çevrildiğini düşünmeye başlamışlar.

      “Ulema tutuklanmış ve padişah yeniçeri ocağını basacakmış…”

      Bu şüphe isyanı büyütmeye yetmişti. İsyan ama neye, kime karşı isyan?

      Bunun önemi yoktu. İsyan kitlevi olarak biriken enerjiyi taşırmaya yardımcı olacaktı.

      Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.

      Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.

      Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi görmesi imkânsızmış. Lanet olsun der gibi aşağıda kendisini gözleyenlere işaret yapmış ve çıktığı gibi inmiş.

      “Yahu ne olup bittiğini bilmiyoruz.”

      “Ulema padişahla görüştü mü acep?”

      “Genç Osman’ın cevabı ne oldu ki…”

      “Yahu genç, inatçı, sözünden dönmez…”

      “Ne yapmalı?”

      “Nasıl haber alacağız. Bahçeye birini mi soksak?”

      “Nasıl sokacağız.”

      “Bu duvarları nasıl aşacağız?”

      “Kapıkulu hazırlıklıdır. Kesin ateş açar.”

      O sırada Hakkı’nın gözüne daha yüksek bir yer ilişmiş.

      Ayasofya’nın minareleri…

      Hakkı önden, Mustafa arkasından koşturmuş.

      Hakkı minarelerden Topkapı duvarlarına bakan tarafındakinin kapısındaki kilidi eline geçirdiği koca taşla kırıp hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamış.

      Az sonra şerefelerden birine çıkmış. Buradan artık sarayın ön avlusu da arka bahçeleri de görünüyormuş. Ortalıkta kimsecikler yokmuş.

      Ne ön avluda, ne arka bahçelerde…

      Hızla çıktığı gibi koştura koştura inmiş merdivenlerden.

      “Saray süt liman gardaşlar…”

      “Ne yani kimse yok mu? Asker, kapıkulu…”

      “Hiç kimse yok. Tam bir ölü sessizliği hâkim.”

      “O zaman ne duruyoruz. Dalalım!”

      “Evet, en doğrusu bu…”

      Bunu sonradan yeniçeri ağası yapmıştı Mustafa’nın annesi. Boynunu kurtarmıştı bana getirdiklerinde. Ben de önce paye verip sonra boynunu vurdurdum itin.

      …

      Asilerin cüreti iyiden iyiye artmıştı. Önlerine kimse çıkmamıştı. Şuursuz ve ne yapacağını bilmeyen kalabalıktan daha tehlikelisi yoktur. Sürü hâlinde duvarlara çıkanlar içeriden kapıyı açtılar ve diğer şuursuz kalabalık sanki bir gayeye erişmiş gibi ön avluyu işgal ettiler.

      Cihana hükmeden padişahın korunağı işte bu kadardı. Zaten devlet kendileri demek değil miydi? Kendileri değil miydi âleme nizam veren? İlâ-yı kelimetullah için göğüslerini düşmanın mızraklarına hedef eden? Şimdi adaleti tesis için tekrar Halife-i rû-yu zemîni hak ettikleri çizgiye getireceklerdi. Ne cesaret? Yeryüzünde Tanrı’nın kılıcı ve halifesi olan bir cihan padişahını hizaya getirmek…

      İkinci avlunun duvarlarının üstünde, köşklere giden yollarda gezinip durdular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bir şey yapmadan da buradan çıkmayacaklardı. Ne yapacaklardı?

      İkinci avluyu da işgal eden kuru kalabalık sarayın odunluğuna girdiler. Düzgün kesilmiş odunları birer silah olarak elinde silah olmayanlara dağıttılar. Bahçelere ve köşklerin bulunduğu yerlere gitmeye cesaret edemiyorlardı. Mukaddes bir mekânın içindeydiler çünkü.

      Beklediler. Fakat saray uykuda gibiydi. Taleplerini karşılamaya kimse gelmemişti. Hiç kimse kalabalığı teskin edecek bir konuşma da yapmamıştı.

      Ulema, vüzera hepsi tutukluydu. Padişah isyancıların taleplerini kendisine iletmeye cüret eden kim varsa ulemadan, vüzeradan yaşına makamına bakmadan susturmuş, hiçbirinin uyarılarına aldırış etmemişti. Karşılarına çıkacak kimseyi bulamayan ve giderek heyecanları ve tereddütleri artan insanlar bir gün önceki